Merhaba, bize kendinizden söz eder misiniz? Mustafa Furkan Özren kimdir?
Ben Adapazarı şehrinde doğup büyüdüm. Zaman zaman farklı şehirlerde de yaşamış olsam da şu anda halen Adapazarı’nda yaşıyorum. Soruyu biraz da Balkanlar üzerinden cevaplamam gerekirse anne tarafından dedemler bugün Romanya sınırları içerisinde bulunan ve Tuna Nehri kenarında bir Türk-Tatar yerleşimi olan İshakça’dan Adapazarı’na gelmişler. Baba tarafından hem dedem hem de babaannem ise Bosna’dan Adapazarı’na gelmişler. Adapazarı Osmanlı bakiyesi topraklardan gelen göçlerle 20. Yüzyılda Cumhuriyet ile birlikte kendi kimliğini bulmuş çok kültürlü bir şehir. Burada ortaya çıkmış yüksek medeniyetin içerisinde göçlerle dört bir yandan gelmiş ahalinin heybelerinde getirdiklerinin büyük bir katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Balkanlardan gelenler de bu zenginliğin oluşmasında büyük bir katkıda bulunmuşlar. Ben de bu farklı kültürlere ait pek çok mahallenin ve evin içerisinde büyüdüm. Aynı zamanda bu insanların çarşıda, camide, devlet dairelerinde nasıl güzel bir şekilde bir araya geldiklerine ve kaynaştıklarına şahit oldum.
Siz hukuk fakültesini bitirmiş bir hukukçu, sinema televizyon üzerine yüksek lisans yapmış bir sinemasever olmakla birlikte bir yazarsınız. 2020’de okura ulaşan bir romanınız var, adı: ‘Bir Mektep Hikâyesi’. Kitabınızın yazım sürecinden, içeriğinden, kapak görselinden ve isminden bahsetmenizi istesek bize neler söylersiniz?
Romanım lise son sınıftaki öğrencilerin başlarından geçen hadiseleri anlatıyor. Bununla beraber kitabın ve genelde yazma eyleminin benim için önemi; dışarıda yaşanan pek çok toplumsal, hatta kendi özel hayatımda yaşadıklarıma biraz daha yukarıdan ve soğukkanlılıkla bakarak gerçekleştirmiş olduğum bir faaliyet ürünü olması. Tüm o karmaşadan, gürültüden uzak bir şekilde belirli bir tefekkür süzgecinden geçerek meydana gelmesi. Bu benim için aynı zamanda hem bir iç muhasebe meselesi hem de karakterleri oluşturmaya çalışırken toplumun diğer kesimleriyle, başka karakterlerle de empati yapabilme fırsatı. Kitap yazma sürecim yoğun bir düşünsel çabanın ürünü olduğundan oldukça yavaş denilebilecek bir hızda yazabiliyorum. Bu kitap da aynı şekilde uzun bir zamanda ortaya çıktı. Dört veya beş sene diyebilirim. Kitap kapağını ressam John Atkinson Grimshaw’un bir tablosundan hareketle kendim tasarladım. Biraz romanın mekanı olan İstanbul’dan izler yerleştirmeye çalıştım.
Yazma yolculuğunuz nasıl başladı, çocukluk hayallerinizin içinde var mıydı? Bir yazar ve bir okur olarak sizce yazı yazmak insanda neye tekabül ediyor? Yazdığınızda ve yaz(a)madığınızda ne hissediyorsunuz?
Roman yazma denemelerim üniversiteden itibaren başladı. Ancak bu dönemde yazdıklarım hep bir köşelerde kaldı. Ben artık yazacağım dediğim zamanlar çok daha sonralara tekabül ediyor. Bununla beraber daha ilkokul çağlarımdan itibaren yazmaya yönelik bir yatkınlığım vardı.
Yazdığım zamanlarda kendimi; kendi hakikatimin bazı sırlarına erişebildiğimi hissediyorum. Bu da beni rahatlatıyor. Bir taraftan çok zorlu olan yazma süreci bana bir terapi gibi geliyor. Buna mukabil yazamadığımda bir şeyleri kaçırıyor olduğumu düşünüyor ve endişeleniyorum. Yazar olmayı ayrı, okur olmayı ayrı seviyorum. Yine de hayatı pek çok yönüyle temaşa etmemizi sağlayan okuma eylemini ayrı bir yere koyarım. Eğer okuduklarım olmasaydı zaten yazamazdım da.
Tüm bunların yanında Türkiye Yazarlar Birliği Sakarya Şubesi Başkanlığını yürütmektesiniz. Şubenizden ve faaliyetlerinden söz eder misiniz?
Türkiye Yazarlar Birliği ülkemizin en köklü ve en aktif sivil toplum kuruluşlarından birisi. 1978 yılında merhum D. Mehmet Doğan tarafından kurulmuştur. Pek çok kıymetli yazar bu çatı altında buluşmuş, üretmiş ve hizmet etmiştir. Şubemizde ilimizde 2009 yılında Fahri Tuna tarafından kurulmuştur. Biz şube olarak hem edebiyat anlamında hem de sosyal bilimler anlamında paydaş kuruluşların da desteği ile yazar söyleşileri, konferanslar, belgeseller ve daha pek çok etkinlik gerçekleştiriyoruz. Şahsen de sivil toplum kuruluşlarını bir ülke açısından halkın ortak yaşam ideallerini üzerinde taşımaları ve buna hizmet etmeleri açısından çok kıymetli buluyorum.
Balkanlarla bağlantılı olduğunuzu, aile köklerinizin Bosna’ya dayandığını biliyoruz. Bize bu konu hakkında bilgi verebilir misiniz?
Röportajın başında da biraz değinmiştim. Babamın hem annesi hem de babası Bosna’dan gelmişler. Boşnak etkisi Adapazarı kültürü içerisinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü oradan gelen aileler zaten devletin oradaki miri arazilerinin sahibi olan toprak ağaları dolayısıyla yönetici sınıftan elit aileler, Habsburg İmparatorluğu’nun işgalinden kaçan bu Müslüman aileler buraya oradaki ekonomik ve kültürel zenginliklerini, tecrübelerini de beraberinde getirmişler. Adapazarı’nda ticaretin ve sanayinin gelişiminde bu ailelerin payı büyüktür. Yine ilk özel Müslüman kökenli banka deneyimimiz olan Adapazarı İslam Ticaret Bankası (Daha sonra Türk Ticaret Bankası olmuştur.) bu ailelerin de katkısıyla kurulmuştur. Bilhassa Yenicami çevresinde yerleşmişler ve burada Bosna’daki konaklarına benzer şekilde yapılar inşa etmişlerdir. Pek çoğu uzun çarşı bölgesinde ticaretle uğraşmışlardır. Özellikle ilk zamanlar kendi aralarında evlendiklerinden birbirleriyle akraba da olmuşlardır. Benim de hem dedemlerin tarafı hem de babaanne tarafı bu ailelerdendir.
’Bir Osmanlı Konağından Kalanlar; ‘Bir Ev Bir Medeniyet Demektir’ başlıklı yazınızda; dedeniz ve onun babası Ağan Beg’in I. Cihan Harbi devam ederken çekilmiş bir fotoğrafın sofada asılı durduğu ailenizin Adapazarı’ndaki ikametgâhından söz etmektesiniz. Babanızdan, dedenizden, diğer aile üyelerinizden ve bilhassa da yazınıza konu konaktan söz eder misiniz?
Atıf oğlu Ağan Bey Bosna’da bugünkü ortalama bir ilçenin yüz ölçümüne tekabül edecek kadar büyük bir alana sahip toprağın ağalığını yapıyor. Emri altında Macar, Sırp, Çingene yarıcılar var. Ağalığı bir çeşit devlet memuriyeti olarak da görebiliriz. Sonuçta bu toprakların hiçbiri şahıslara ait değil, devletin miri arazileri. Ağalar o toprakları işliyor, bunun karşılığında devlete vergi topluyorlar veyahut asker yetiştiriyorlar. Halil İnalcık Hoca’nın söylediğine göre devlet özellikle Bosna bir sınır eyaleti olduğundan buradaki miri arazilerin yöneticiliğinin babadan oğula geçmesine müsaade ediyor. Dolayısıyla burada ister istemez bir aristokrasi oluşuyor. Bu enteresandır çünkü Osmanlı siyaseti genel olarak aristokrat sınıfının oluşmasına çeşitli nedenlerle izin vermemiştir. Ben ailemin hangi tarihten itibaren bu yöneticilik görevini üstlendiğini tam olarak bilmiyorum. Bununla ilgili elimde yaklaşık olarak II. Mahmud dönemine kadar giden bilgiler var. Muhakkak evveli de vardır.
Göçün ardından Ağan Bey Bosna’da konağın neredeyse aynısını Adapazarı Çıracılar Caddesi’nde inşa ettiriyor. Bu konak bir asra yakın müddet ayakta kaldıktan sonra 17 Ağustos 1999 depremiyle yıkılıyor. Ben de depreme kadar bu konakta yaşadım. Burada kendimi mimarisiyle, eşyasıyla, sosyal hayatıyla kendi çağıma ait olmayan bir zaman yolcuğunda hissederdim. Mimari açıdan hem Habsburg etkisi hem de Müslüman Türk evi etkisini üzerinde taşıyan bir konaktı. Bu konak ile ilgili Mahalle Mektebi dergisinin 74 ve 75. Sayılarında bahsettiğiniz yazıları yazdım. Konakla ilgili anlatacak çok konu başta dedem olmak üzere çok şahsiyet var ama onları da başka bir vakit anlatabilirim umarım.
1917’de çekilmiş olan fotoğrafta sandalyede oturan Ağan Özren, sol üstte ayakta duran en büyük oğlu Ahmet Nazmi Özren, sağ üstte ayakta duran kardeşi Seyid Özren, soldaki küçük çocuk Ağan Bey’in çocuklarından ve Mustafa Furkan Özren’in dedesi Hamdi Özren, elinde gül tutan çocuk ise Ağan Bey’in en küçük oğlu Hakkı Özren.
Konakta bir gün nasıl geçerdi? Kış koşullarına nasıl göğüs gerilirdi? Yaz günlerinin güneşi neleri değiştirirdi konak yaşantısında?
Konağın altyapısı yüzyıl başının taşradaki şartları nazara alındığında fena sayılmazdı. Elektrik, tuvalet, su tesisatı, kanalizasyon gibi sorunları yoktu ancak sonuçta sobalı bir evdi. Pencereleri büyük, tavanları da yüksek olduğundan soba olmayan bölümler çok soğuk olurdu. Biz kendi evimizde kalorifere, sıcak banyoya alışık olduğumuzdan bu durum bana hem zor hem eğlenceli gelirdi. Okul çıkışları sobanın kenarındaki divanda kıvrılıp uyumaya, dedemin ayıkladığı kestanelerden yemeye bayılırdım. Yazları ise konak bütün bölümleriyle yeni keşiflerime açık olurdu. Her bir odada karıştırılacak o kadar çok şey vardı ki bütün çocukluk enerjime rağmen bir türlü bitiremezdim.
Aslında buradaki eşyanın dili üzerinden, evin mimari tasarımları üzerinden, babaannemin pişirdiği yemekler üzerinden bir medeniyet tedrisatından geçmişiz. O yazıda da “Bir ev bir medeniyet demektir” çıkarımında bulunurken bunu kastetmiştim. Benim şahsi deneyimim de Boşnak kültürünün etkisi büyüktür. Bunla beraber bir başkası için yerli Türk kültürü, başkası için Rumeli Muhacir kültürü, Tatar, Çerkez, Karadeniz ve diğerleri… Her biri ayrı bir medeniyet birikimi ve zenginliği içerir.
Adapazarı Çıracılar Caddesi ile Küçük Hamam Sokağın kesiştiği yerde konumlanmış olan görkemli Özren Konağı
Aile büyükleriniz geldikleri toprakları yani Bosna’yı nasıl anardı? Bu konuda hafızanızın kıvrımlarında kalanları anlatmanızı istesek sizden.
Aslında muhatap olduklarımdan sadece dedem Bosna’dan gelmişlerin içinde sağ olandı. Belki de ben çok küçük yaşlarda başkaları da vardı ama hem küçük olduğumdan hem de fazla muhabbet etmediğimizden bunları hatırlamıyorum. Zaten dedem de çok küçük yaşlarda Adapazarı’na gelmiş bu sebeple Bosna’daki hayatlarını muhtemelen abilerinden, anne babasından işitmiş olmalı. Ancak rahmetli dedem en son anlarına kadar Bosna’nın sularını, pınarlarını ve çok sevdiği annesini sayıklamıştır. Bosna seyahatimde Vrelo Bosna sayfiye alanının sularını gördüğüm zaman buradaki pınarlar bana dedemin sayıklamalarını hatırlatmıştı.
Konak artık yok ne yazık ki. Size konağı en çok hatırlatan nedir? Kokular, tatlar, melodiler, hisler…
Aslında bana konağı en çok kokular, tatlar, sesler hatırlatıyor. Burada daha evvelki yazımdan bir alıntıya yer vermek istiyorum.
“Konak yıkıldıktan sonraki zamanlarda konağı bir düşünce olarak kafamda canlandıran en mühim işaretçiler tatlar ve kokular olmuştur. Bunlardan önemli bir bölümü de bana yazı hatırlatır. Babannemin kendi odasındaki bir dolapta sakladığı, dedemin topladığı güllerden yapmış olduğu gül şerbetinin kokusu, evvelki senenin mahsulü olan artık şekerleşmiş balın tadı, babaannemin bodrum katta kızarttığı kumpirlerden (dedem patatese böyle derdi.) yükselen kokular, yine bodrum katta kasa kasa biriktirilen elmaların beklemesiyle oluşan sirke kokusu, (dedem bu elmaların bir bölümüyle sirke de yapardı), bahçedeki çamlardan kıyafetlerime bulaşan reçinelerin kokusu, ikindi sonralarında suladığımız nanelerden ve şimşir ağaçlarından yükselen kokular, ofisten çuvallarla gelen pirinçleri el değirmeniyle öğütüp çarşaflara serdikleri pirinç unlarının kokusunu yıllar sonra algıladığım vakitlerde konağı hatırlarım. Dedemin doğal malzemeleri karıştırarak yaptığı zamk, özel kâğıt ambalajlarının içinde saklanan Puro Kremli Güzellik Sabunu, dedemin vücudumda ufak sıyrıklar olduğunda sürdüğü pomat diye adlandırdığı bir tür krem gibi bazı özel kokuları ise arayıp da yeniden bulamayışıma rağmen yine de onları sanki şimdi kokluyormuş gibi hissederim ve o anlarda konak sanki gerçekten varmış gibi gözümün önünde tekrar canlanıverir.”
Balkan insanının bereketli eli neye değse güzelleştirir. Sizin bu konuda söyleyecekleriniz olur mu?
Bu konuyu da yine kendi gerçekliği içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Hayatta hiç bir olgu sebepsiz yere kendini göstermiyor. Geçmişten gelen ve sebep sonuç zinciri ile birbirine bağlı hadiseler neticesinde her şey zuhur ediyor. Ben kendi örneğim üzerinden Bosna’dan ve ailemden gidersem, orada yaşadıkları hayatın içerisinde ister istemez büyük bir sorumluluğun içerisindelermiş. Dolayısıyla çalışmaları gerekiyormuş. Oradaki coğrafyayı ve Avrupa devletlerinin oradaki tesirini özellikle Habsburg kültürünün tesirini düşünürsek Balkanlardaki gelişimin diğer Osmanlı coğrafyalarına göre neden daha zaruri olduğunu da görebiliriz. Şimdi dahi Viyana havalimanına gidersek oradaki Balkan şehirlerine kalkan uçuşların yoğunluğunu görebiliriz. Eğer Batı’daki gelişimlere ayak uydurulamazsa rekabet de edilemezdi. Bu savaş teknolojilerinde de böyleydi. Soruya dönecek olursa Balkanlardaki insanımız çalışmak, üretmek zorundalardı ve içinde bulundukları coğrafyanın da etkisiyle pek çok deneyime şahit olma imkânları olmuştu.
Yazılarınızda anlatınızı yer yer müziğe getirmektesiniz ve ‘Dedemin kimliğinin bir parçasıydı’ demektesiniz. Şarkıların/türkülerin aile efradınız ve sizin için ne ifade ettiğini öğrenebilir miyiz? Özellikle de Balkan müziğini kendi cümlelerinizle tanımlamanızı istesek sizden. Beğendiğiniz, dinlemekten ve eşlik etmekten keyif aldığınız bir Balkan şarkısı/sanatçısı var mı?
Dedem keyifli anlarında Ayva Çiçek Açmış, Telgrafın Telleri, Üsküdar’a Gider iken gibi şarkılar söylerdi. Bazen de coşkuluysa Osman Paşa ve Gençlik Marşı’nın söylerdi. Onun çocukluğu zor şartlar altında Balkan savaşları, I. Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında geçmişti.
Onların zamanında da en mühim medya aracı radyoydu ve ister istemez her şey ses üzerine inşa edilmişti. Onlar bir anlamda radyo çocuklarıydı. Bütün havadisleri, yeni şarkıları radyo üzerinden dinlerlerdi. Bizim konakta da büyükçe Philips marka lambalı bir radyo vardı. Gerçi ben çocukken artık miadını doldurmuştu ve çalışmıyordu.
Balkan müziği çok çeşitliliğin, hareketin müziğidir. Bu ezgiler bana umutlu olmayı çağrıştırır. Ben Rumeli kökenli türküleri dinlemeyi severim. Özellikle Kemal Altınkaya’nın çocukluk günlerinde Rumeli’de öğrendiği türkülerden Muzaffer Sarısözen’e aktarmış olduğu Estergon Kal’ası su başı durak, Gidem dedim aman yarenlerim darıldı, Gine de şahlanıyor kolbaşının kır atı gibi türküleri dinlemeyi severim.
Gül şerbeti sizin çocukluğunuzun önemli tatlarından. Balkan mutfağı hakkında neler söylersiniz, favori yemeğiniz hangisidir?
Dedemin her akşamüzeri suladığı güzel bir bahçesi vardı. Bu bahçede de güllerin yeri ayrıydı. Buradan topladığı gülleri eve getirir yemek masanın üzerindeki bardağın içine koyardı. Her halde babannem gül şerbetini dedemin bahçeden getirdiği güllerden yapıyordu. Kokusu burnumdan hiç gitmez. Babannemin odasındaki bir dolabı açtığımda hep bu kokuyu alırdım.
Balkan yemeklerini kısmen de olsa oraları gezerken tattım. Ben daha ziyade babaannemden ve komşulardan gördüğümüz bazı yemekleri hatırlıyorum. Özellikle babaannemin Boşnak tatlısı aile içerisinde meşhurdu. Zannediyorum yoğurt ve irmikle yapılan şerbetli bir tatlıydı. Bunun benzerine bizim mahalledeki komşular hurmacık da derler. Yine babaannemin Boşnak böreklerini yerdik. Köfte konusu da Adapazarı’nın Rumeli ve Boşnak mahallelerinde çok yaygındır. Yenicami Boşnak yoğunluklu bir yer olarak bu işin merkeziydi. Meşhur Adapazarı Islama Köftesi de yine Balkanlardan gelen göçmenler tarafından üretilmiştir.
Balkan coğrafyasını ziyaret etme fırsatınız oldu mu? Oldu ise sizde en çok yer eden mekân neresi oldu? Olmadı ise en çok görmek istediğiniz yer neresidir?
Bosna’ya ve Sırbistan’a gidebildim. Saraybosna’daki Osmanlı ve Habsburg mahalleleri ve buladalardaki mimari geçişler beni etkilemiştir. Mostar’ı ve Travnik’i de çok beğendim. İmkanım olursa Ohri, Kotor, Prizren, Üsküp ve anne tarafından dedemin memleketi İshakça’yı da görmek istiyorum.
Türkiye’deki diğer Balkan göçmenleri ile temasınız var mı? (dernek-vakıf üyeliği, aile toplantıları, düğün-dernek vb)
Ben zaten Boşnak yoğunluklu bir mahallede büyüdüğüm için böyle bir ihtiyacı kendi hayatımın içerisinden beslenerek gideriyordum. Hem ailem, hem komşularımız kendimizi göçmen gibi hissetmezdik. Hatta ben buradaki adetlerin, yemeklerin Bosna’ya ait olduğunu değil Adapazarı’na ait olduğunu düşünürdüm. Bir bakıma da öyle olmuştur. O zenginlikleri birileri Adapazarı kültür dairesine katmışlardı. Şimdi kendileri göçüp gitseler bile izleri bizlerle beraber kalmıştır.
Birinin Balkan göçmeni olduğunu anlayabilir misiniz? Nasıl?
Aslında sadece Balkan kökenliler değil, hepimiz kısmen de olsa genetik mirasımızın izlerini bedenimizde taşırız. Ben her ne kadar melez olsam da pek çok insan beni gördüğünde Rumeli kökenli olduğumu anlar. Ben de gördüğüm insanların nereli olduklarını, yüzlerinden, hal ve tavırlarından, konuşma şekillerinden çoğunlukla anlayabilirim.
Göçmen gelenek ve göreneklerinden bu gün sürdürmekte olduklarınız var mı?
Gelenek ve göreneklerin pek çok halini ama kısmen ama tamamen değişmiş halini hayatlarımızda sürdürüyoruz. Özellikle bir çabam olmasa da kendi kimliğimizi yaşamaya devam etmeyi seviyorum diyebilirim.
Bu röportaja bir soru ekleme hakkınız olsa kendinize hangi soruyu sorardınız?
Bazen kendime de sorduğum fakat cevaplamanın çok da kolay olmadığı bir soru sormak istiyorum. Malum biz Rumeli dediğimiz de, Balkanlar dediğimizde aklımıza önce kültürel çeşitlilik sonra da savaşlar ve göç kavramları geliyor. “Acaba insanlar neden kültürel farklılıklarını her yerde bir zenginliğe dönüştüremezler? Neden farklılıklar bazı zamanlarda bir çatışmaya dönüşür?” Bu soruyu sürekli hatırlamamız gerektiğini düşünüyorum.
5 Yorum. Yeni Yorum
Nefis bir söyleşi olmuş. Her iki kardeşimi de kutluyorum. Adapazarı şehir kültürü üzerine çalışmış kafa yormus kitaplar yazmış
bu kitapları ödül almış birisi olarak soylemem gerekirse, Bosna göçleri Adapazarı şehir kültürüne en çok olumlu katkı yapmış göçlerdir. Selamlar sevgiler…
Bir Balkan Esintisi olarak değerli Fahri Tuna’ya yorumu için teşekkür ederiz.
Kültürel farklılıkların birleşimi kültürel zenginlik doğurur. Furkan bey doğru belirlemiş. İnsan ilişkilerine karşı insaniyet ile bir yaklaşım bunu başarır.
Sayın İvi İlyadis, Bir Balkan Esintisi Ailesi olarak yorumunuz için teşekkür ederiz.
Sağolun İvi hanım