Sinesinde yetişen değerlerle her şehrin Türk Edebiyatına katkısı olmuştur. Bir sıralama yapılsa, sahip olduğu nitelikler ve geçmişi itibariyle İstanbul ilk sırada yer alır şüphesiz. Sıralamaya devam edilirse, Sakarya üst sıralarda yer alan şehirlerimizden olur. Biz size bu içeriğimizde 1954’te Kocaeli’den ayrılarak vilayet olan Sakarya’dan bahsedeceğiz. Ulusala mal olmuş çok sayıda değeri olan Sakarya’nın bu anlamdaki isimlerin (belki de) en eskilerinden biri; 1520’de vefat eden ve atasözlerini şiire adapte etmesiyle ünlü Geyveli Mehmed Süreyya Güvahi’dir. Ardından elbette Sait Faik Abasıyanık… Bu bağlamda; 14 Şubat Dünya Öykü Günü olması vesilesiyle, 17 Şubat 2024 Cumartesi günü Sakarya Ofis Sanat Merkezi’nde ‘Adalı Öykücüler Bize Ne Söyler’ Paneli ve İmza Günü düzenlendi.
Sakarya Büyükşehir Belediyesi, Türkiye Yazarlar Birliği Sakarya Şubesi ve Adalı Kadın Yazarlar Topluluğu ortak organizasyonunda dört Adapazarlı öykücü, öyküyü konuştular. Panelin konuşturuculuğunu Necla Dursun üstlenirken açış konuşmasını Filiz Toklu gerçekleştirdi.
Sait Faik’in ünlü ‘Meserret Oteli’nden bir bölümün okunmasının ardından Adapazarlı öykü yazarları Arzu Özdemir (Karasu), Ayşenur Gülsüm (Ankara), Sinem Torun (İstanbul) ve Vildan Külahlı Tanış (Adapazarı) sahneye davet edildi. Konuşturucu Necla Dursun’un sorduğu dört soruyu cevaplandıran öykücülerin her biri ilham veren yazma serüvenlerini dinleyicilerle paylaştılar. İlgiyle izlenen panelin ardından konuşmacı yazarlar öykülerinden birer bölüm seslendirdiler. Yaklaşık bir buçuk saat süren öykü etkinliğinin ardından yazarlar, okurlara kitaplarını imzaladılar.
Türkiye Yazarlar Birliği Sakarya Şubesi Başkanı Fahri Tuna kapsamında şunları söyledi: “Benim için Sakaryalı yazarlar üçe ayrılır; ama üçü de benim kalbimce özbeöz Sakaryalı, hatta Adapazarlı, hatta hatta Adalıdır: Bu şehirde doğup bu şehirde yaşayan, bu şehirde doğup başka şehirlerde yaşayan, başka şehirlerde doğup bizim şehrimizde yaşayan. Hepsi de bizimdir, bizdendir, bizcedir. On bir şair yetiştirmiş Sakarya’mız. Üç deneme yazarı, bir biyografi yazarı, bir portre yazarı, bir romancı, bir özdeyiş yazarı, bir şarkı sözü yazarı. Geriye kalan on altısı ise öykü yazarı. Evet, ilginçtir, ulusallaşmış Sakaryalı yazarların yarısı öykücü. Bunun bir, belki birçok sebebi olmalı. Benim ilk aklıma gelen, vilayetimizin, sokaklarından on sekiz lisanın konuşulduğu, göçlerle oluşmuş bir şehir olması. Bu konuda akademik bir araştırma yapılmalı derim.”
Üzerinde araştırma/inceleme yahut yüksek lisans veya doktora çalışması yapılmaya müsait bu konuda kaynak teşkil etmesi açısından konuşma metinini konsolide ederek içeriğimizde paylaşmaktayız. Bir Balkan Esintisi Ailesi olarak araştırmacılara fayda sunmasını temenni ederiz.
*********************************************************************************************************************************
Adalı Öykücüler Bize Ne Söyler?
Konuşturan: Necla Dursun
17.02.2024 – Sakarya Ofis Sanat Merkezi
Arzu Özdemir (1979 doğumlu, Küçürek öykü yazarı, Karasu’da TDE öğretmeni.)
Öykü serüveniniz?
Zaten okumayı çok seven biriydim, küçük yaşlardan itibaren. Birinci sınıfa başlayıp okuma yazmayı öğrenecek olma düşüncesi bile beni çok heyecanlandırdı. Uyuyamadığımı hatırlıyorum. Abime benden önce okuma yazmayı öğrendiği için, ona imrenirdim. Ben okula gitmeden önce okumayı öğrenmedim ama bildiğim harfleri yan yana getirip babama sorardım: Baba ben ne yazdım şimdi, diye. O hiçbir şey yazmamışsın, dediğinde de hem hayal kırıklığına uğrardım hem de anlam veremezdim. Zannederdim ki harfler yan yana geldiğinde illa ki anlamlı bir kelime çıkıyor. Belki de kelimelerle bu kadar çok oynamayı sevmem, onların büyüsüne inanmam ta o yaşlarıma dayanıyor.
Edebiyatı hep çok sevdim. O yüzden edebiyat bölümünde okudum. Hep acemice bir şeyler yazdım, durdum. Ama asıl mecramı bulmam yüksek lisans yaparken küçürek öykülerle tanışmamla oldu. Sanki bir yitiğimi bulmuş oldum: İşte bu, dedim. İşte bu. Günlük hayatında fazla konuşmayı sevmeyen, lâfı dolandırmayan, sözün kısasını tercih eden biri olarak bu türü karakterime çok uygun buldum. Ve ben de küçürek öykü yazmaya, böylelikle başlamış oldum yirmi üç – yirmi dört yaşlarımdan itibaren. Ancak küçürek öykülerimi yayımlatabilmem on dört yıl sonraya nasip oldu. Çünkü küçürek öykü hacmi yüzünden kabul görmeyen hatta küçümsenen bir türdü. Zamanla hem kısa yazmanın değeri anlaşıldı hem de hız çağının bir gereği olarak küçürek öykülere de gereksinim duyuldu. Bu durum da benim yolumu açtı. Sadece iki kitap çıkarmış olmama rağmen üniversite hazırlık kitabında, tezlerde adım geçti.
Öyküye bakışınız?
Küçürek öykü yazdığım için benim öyküye yaklaşımım minimalist. Amacım yazdığım öyküyü fazlalıklardan arındırıp en sade formuna kavuşturabilmek. Öykümden işlevi olmayan sözcükleri çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu düşüncemin oluşmasında hem içinde bulunduğumuz hız çağı hem de benim sözün en kısasını tercih eden karakterim etkili. Küçürek öykü bir kâğıttan kelepçelerle tutsak edilmiş çağcıl mahkûmların bir çığlığı gibidir. Keskin ve tiz olmalıdır. Çığlık uzarsa nağmeye dönüşeceği için küçürek öyküde makbul olan kısalıktır. Küçürek öykü yazarının amacı bizi sarsan muhtelif bir an’ın fotoğraflamaktır. Betimleme yapmadan, yorumda bulunmadan, serinkanlılıkla bizi şoke edecek, sarsacak an’ı kadraja alır. Ben okuyucumla bir nevi elim sende oynamayı seviyorum. Ona dokunup daha yerinde bir ifadeyle vurup sonra hızlıca kaçmak onu yanından. Söz konusu fotoğraf çekilmeden önce ne oldu, sonrasında ne olabilir? Olay nasıl başladı ya da bitti? Sözü edilen kişi, ne gibi fiziksel ya da ruhsal özelliklere sahip? Olayın geçtiği mekânın betimi nasıl? Bunlar gibi birçok askıda bırakılmış öğe, okuyucunun düş gücü ile paralel olarak inşa edilebilir küçürek öykülerde. Zeigarnik Etkisi’nin (tamamlanmamış şeylerin tamamlanan şeylere göre daha çok akılda kaldığını ileri süren psikolojik kavram) sağladığı olanaklardan faydalanılarak yazılan küçürek öyküler, okuyucuya sunulan bir ikramdır aslında. Onun varlığını kutsamaktır. Öykünün onun için yazıldığını ilan edip Yazma eylemine sen de katıl! çağrısında bulunmaktır. Bu sebeple küçürek öyküler akılda daha çok kalabilir. Çünkü okuyucunun öyküyü zihninde dolaştırmasına imkân tanınır. Klasik anlamdaki bir çözüme ulaşılmamış, olayı oluşturan unsurlarda boşluklar açılmıştır çünkü. Küçürek öyküler etkisini eksikliğinden alan ve okuyucusunun zihninde tamamlanmayı bekleyen ele avuca hatta bir tanıma sığmayan anlatılardır.
Öykü yazmanızın nedeni; – bir diğer ifadeyle – Adalı bir öykücü olarak öyküleriniz bize ne söylüyor?
İçinde bulunduğumuz çağda zaman çok çabuk geçiyor. Ne zaman sabah ne zaman akşam oluyor, bilemiyoruz. Değerli yaşamımız değersiz şey’ler uğruna heba ediliyor. Bir yere gidiyoruz, fotoğraf çekeceğiz diye o an’ı yaşayamıyoruz. Kayıp gidiyor ömür, farkında değiliz. Çok sevdiğim bir Hadis-i Şerif var: Allah’ım hayretimi artır! diye dua edermiş Peygamber Efendimiz. Bu ne demek? Hayatın, kâinatın asıl manasını görebileyim ve varoluşun bir mucize olduğunu idrak edip yaratılış sebebime ihanet etmemeyim… Hayatımız bir mucize, bedenimiz ve onun işleyişi bir mucize, her kış ayında tabiatın ölüp baharda tekrar dirilmesi bir mucize. Küçücük şeylerde en büyük mucizeler saklı. Sadece insanoğlunun bir damla sudan yaratıldığını düşünsek bile yeter Allah’ın yüceliğini idrak edebilmek için. O yüzden deniyor ya Kuran-ı Kerim’de, Allah, küçük bir şeyi misal vermekten çekinmez diye. Niye yazıyorsunuz, sorunun cevabına bu da eklenebilir: Varlığımı kutsuyorum ve sıradanlaştırarak değil, hayret ederek bir yaşam sürdürmek istiyorum. Kendi arayış sürecimde keşfettiklerimi öyküleştirerek bir nevi cisimleştiriyorum. Unutursam hatırlayayım diye, başkaları da belki istifade eder diye.
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a… “ 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Ben Elazığ’da doğdum. Sekiz senedir de Sakarya’nın Karasu ilçesinde yaşamaktayım. Kendimi bir Elazığlıdan çok Adalı gibi hissediyorum. Çünkü Elazığ’da doğmayı ben seçmedim ama yaşamımı burada sürdürmeyi ben seçtim, seçiyorum. Allah nasip ederse de seçeceğim. Sözümü şuraya getirmeye çalışıyorum. Sakarya hem doğası hem de tarihi bakımından güzide bir şehir. Adını koyamadığım bir aurası var. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; ben hayatımın en verimli en güzel yıllarını bu şehirde yaşadım. Bu şehir bana iyi geldi. Cüce binaları, bisikletimle okuluma gitmeyi, yolda karşıma bir inek, bir koyun çıkmasını seviyorum. Kendimi fıtratıma uygun yaşamış gibi hissediyorum. Evet, evet… Sakarya’nın insana iyi gelen, onu sağaltan bir ve bu sayede onun derinleşmesini sağlayan bir etkisi var. Bence Sakarya’nın başta Sait Faik gibi edebiyatımızda kilometre taşı olan bir isim olmak üzere bu kadar çok öykücü çıkarması tesadüf değil.
Öykülerinizden örnekler verir misiniz?
Çat
Böyle kukumav kuşu gibi ne düşündüğümü sordu.
Söyledim:
-Bir insan kurtulacaksa eğer, sembolik de olsa bir rahimden tekrar çıkar.
Yunus balıktan, Yusuf kuyudan, Efendimiz de mağaradan…
Kahkaha atmasaydı gözüm kesmeyecekti belki.
Kapıdan çıktım.
Pat
Kapıyı çarpıp gidişinin beni bir gün böyle yere sereceğini tahmin edemezdim.
Bu depresif hali bir an önce üzerimden atmak için birçok kadınla oldum. Ama her birinde yalnızlığıma biraz daha gömüldüm.
Çıkan kurtulur, demişti.
Çatıya çıktım.
Enkaz
Annesinin sağ salim çıkarılmasını bekleyen çocuğa müjdeyi verdiler: Üzülme, torbadaki senin annen değil.
Düşekalan
Düşünde gördüğü bir kadına sırılsıklam âşık olduğundan bahsetti.
Böyle bahtsızlık görmediğimi söyledim ona.
Dahası var, dedi. O da beni sevmişti.
Avuntu
Küçük kız annesine, Yeniden evlensene! dedi.
Evlen ve bana bir kardeş yap, erkek olsun ama adını ben koyayım.
Annesi, Ne koyacaksın? diye sordu.
Kız, buruk bir gülümseme ile cevap verdi: Babamın adını.
Ayşenur Gülsüm (1992 Adapazarı doğumlu, öykü yazarı, Ankara’da yaşıyor):
Böyle soruşturmalar, özellikle “Adalı Öykücüler Bize Ne Söyler?” gibi çok geniş bir çatıya sahipse; “okumaktan mana ne, yazmaktan maksadım ne, edebiyat ne işe yarar” sorularının kişisel cevaplarını kelimelere dökebilmek için eşsiz bir fırsat sunar aslında. Ben de bugün için bu sorulara, çok üzerine çalışıp revizeler yapmadan – çünkü kendim de en saf haliyle o düşünce izleğini takip etmek istiyorum – birkaç maddelik bir cevap listesi hazırladım. Müsaadenizle ilk 3 soruyu yani;
Öykü serüveniniz?
Öyküye bakışınız?
Öykü yazmanızın nedeni; – bir diğer ifadeyle – Adalı bir öykücü olarak öyküleriniz bize ne söylüyor?
Sorularınızı birlikte cevaplayacağım.
İlkokulda tutmaya başladığım günceleri saymazsak, kamunun kritiğine açık yazdığım ilk metinler ortaokul yıllarına ve yine günce türüne dayanıyor aslında. Babamların 2001 yılında Irmak Dergisi’ni çıkarmaya başlamasıyla bu şehrin kültür sanat üretiminin ve çevrelerinin yakın bir müşahidi olmuştum. Üretenlerden birine dönüşmem de, yine babamın teşvikiyle, henüz daha yedinci sınıfa giderken; her sayının son sayfasında yer alan, çok değil iki üç paragraflık günceler kaleme almamla başladı. “Niçin yazıyorum?” sorusuna o tarihten beri içimde bulduğum ilk cevap da hep şu oldu:
a. Hatıranın ve o anki duygunun yaratıcı bir ürüne dönüştürülerek muhafaza edilmesi
Edebi üretime belki de günce türüyle başladığım için, hatırayla ki benim hatıram olması şart değil; yaşananla yazılan arasında muğlak bir çizgi var benim nazarımda. Fantastik olana hiçbir zaman ilgim ve meylim olmadı örneğin, daima yaşanan ya da yaşanması mümkün olanla ve duygularla ilgilendim.
Edebiyatın sağaltıcı gücünü tecrübe edebilmeniz için de sahici bir kayıp yaşamanız gerek. Benim için bu keşif, dedemin vefatını kaleme aldığım Hiç Dedemiz Kalmadı öyküsüyle gerçekleşti. Daha evvel hiçbir yakınımın kaybına şahitlik etmemiştim ve çok küçük değil, on sekiz yaşında olmama rağmen, geceden sabaha kadar artık nefes almayan o çok sevdiğinizin kişinin, karnının üzerinde bir bıçakla saatten saate soğuyuşuna şahitlik etmek, eğer öyküsünü yazmasaydım baş edebileceğim bir görsel değildi hafızamda. 12. sınıfta üniversite sınavına hazırlanan, yatılı okul talebesiydim. Bir öykü kaleme alabilmem için tüm yatakhanenin uykuya dalmasını beklemem, ışıklar sönünce de sessizce etüt odasına süzülmem gerekmişti. Birkaç saat sözünü ettiğim o görselin ve cenaze gününü ve içimdeki duygunun nasıl kelimeleştirilebileceği üzerine kafa yorup durdum elimde kâğıt kalemle. Ki hâlâ hep kurşun kalemle ve deftere yazarım. Şimdi geriye dönüp bakıyorum; kendimi sağaltmak için yazmadım o gece o öyküyü ama o birkaç saatin sonunda ve elimdeki o bir şeyle kendimi sağalmış buldum. Böylelikle edebiyatın yeni bir “ne işe yarar”lığını keşfetmiş oldum. Bir daha da, çok şükür, öylesi duygu yüklü bir üretimim olmadı hiç.
b. O yaratıcı metnin bizatihi kendisinin fiyakalı bir hatıraya dönüşmesi
Enka Okulları’nın Yazadurmak öykü ve şiir yarışması, baktım hâlâ devam ediyorlarmış, benim mezun olduğum lisede çok popülerdi, her yıl muhakkak katılanlar olurdu. Ve benim katıldığım yıl müthiş heyecanlandıran da bir jürisi vardı: Şimdi rahmetli Yaşar Kemal başta olmak üzere, Jale Parla, Doğan Hızlan, Nurdan Gürbilek hatırladığım isimler. Ön eleme jürisinin başında da Necati Mert vardı. Şimdi yine geriye dönüp baktığımda, yarışmalara katılmak benim gibi içedönük bir karakter için şaşırtıcı ama mezun olduğum lisenin o yıllarını görseydiniz vakayı adiye sayılırdı. Cemil Meriç Sosyal Bilimler mezunuyum ben ve edebiyat öğretmenimiz Ercan Yılmaz sayesinde ilk gençliğin o çok sancılı hallerini hep üreterek atlattık. Hülasa ben de o yıl bizim okuldan pek çok öğrenci gibi bu öykümü yarışmaya gönderdim. Yazadurmak’ın bir özelliği de ödüllerinin maddi bir karşılığının olmamasıydı, ne vereceklerini de ilan etmezlerdi, o gün ödül töreninde öğrenir sevinirdiniz. Asıl ödül dereceye girebilmekti. Çünkü tüm finalistleri davet ederlerdi ödül törenine, birinci mi ikinci mi, yoksa sadece finalist mi olduğunuzu bilmezdiniz, yine onu da tören esnasında öğrenirdiniz. İkinci maddeye, yani fiyakalı bir hatıra örneğine bunu seçme sebebimi şimdi anlayacaksanız, birinci olmuştum ve birincinin ödülü şuydu: Ödülünü Yaşar Kemal’in elinden almak.
c. Yaşanmış Olanda Yazınsal Olanı Keşfetmeye Çalışırken Zihnin Oyun Alanına Dönüşmesi
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Üç ve dördüncü sorulara birlikte cevap vereceğim müsaadenizle. Biz, sosyal bilimler lisesinin ilk birkaç yılının mezunları olarak, nitelikli metinlere ilkgençlikte rastlama talihine sahibiz. Ben öykülerimde okura seslendiğimde bunun metafiction olduğunu ya da beni çok heyecanlandıran o Oğuz Ataylara kendimce tatlı göndermeler yaptığımda bunun intertextuality (metinlerarasılık) olduğunu, bir Rus biçimci Victor Shklovsky’nin alışkanlığı kırma tekniğini kullandığımı üniversitede edebiyat okumaya başladığımda öğrendim. Sorsanız ismini söyleyemeyeceğim, bir teknik olduğunu dahi bilmediğim bu teknikleri nasıl kullandım? İyi yazarları farkında olmadan taklit ederek. İşin terminolojisini ve tarihini öğrendiğimde fark ettim ki benim zihnim postmodern, oyunlu metinler üretmekten keyif alıyormuş. Bir kitaptan, bir de kitaptan sonra yazdığım bir öyküden örnek vereceğim: Rüya Yazgıdır, kitabın ikinci öyküsü, bir trende geçiyor ve o öyküyü kurarken çıkış noktam şuydu, treni nasıl sadece bir mekân değil de zaman olarak da kullanabilirim? O sürekliliği, okur metin içinde ilerlerken aslında karakterlerin de o esnada hareket halinde olduklarını, kurmaca ve gerçek olmak üzere iki ayrı evreni nasıl eşzamanlımı şekilde akışta tutabilirim? İkinci örneğim de Hilmi Yavuz’un Bulanık Defterler’de okuyup çok heyecanlandığım bir hatırasını öyküleştirme sürecim. Çocuk Hilmi’nin Kocamustafa Camii ve Sümbül Efendi Hazretlerinin türbesini ilk ziyaretinin heyecanını anlatır Hilmi Yavuz. Yine öyle bir öykü yazmak istiyordum ki içinde hem Çocuk Hilmi’nin bu heyecanı hem de Sinan’ın Sümbül Efendi oluşunun hikâyesi paralel ilerlesin. Karşılıklı sedirlerde uyuyan ve rüya gören iki kişi hayal ettim; biri Hilmi diğeri Sinan. Sinan’ın Sümbül Sinan Efendi olması, bir veli olduğunu keşfi, keramet gösterdiği bir rüya görüp bunu Şeyh Cemalettin Efendi’ye açmasıyla gerçekleşir. O yüzden Sinan, önce bir rüya görmeli, ardından gördüğü bu kerametli rüyayı tabir ettirdiği bir rüya görmeli, kendi içinde iki katman demek. Şair Hilmi de, Sümbül ve Kuyu şiirini bu çocukluk hatırasından mülhem kaleme alır, öyleyse onun da bir katman derininde çocuk Hilmi olmalı. Böylelikle bir öykü evreni, kendi içinde iki kez daha derinleşir. Sonrasında öyküye şöyle başladım: “Şu an hikâyemizin iki kahramanı da rüyâ âleminde, bizi duyamazlar. Bu hikâyenin bir rüyâ olduğunu, senin de onu okumak yerine gördüğünü varsayarsak, uyuyan kahramanların sayısı üçe çıkar.” Okuru da öykü evrenine dahil ederek, çoklu öykü katmanlarına bir katman daha eklemiş oldum. Ve Üsküdar’da, İsam’da, bunu kurgulamaya çalıştığım ve öyküyü tamamlayarak kütüphaneden ayrıldığım o altı, yedi saati hatırlıyorum, edebiyatın ve kendi zihnimin sınırlarını keşfetmeye çalıştığım harika bir uğraştı, bu kez ürün değil, onu üretmek edimi çok lezzetliydi. O yüzden konuşmamı, bendeki bu katmanlı düşünme ve yazma becerisini geliştiren ve çok lezzet aldığım Borges’in ismini anarak tamamlamalıyım.
Öykülerinizden örnekler verir misiniz?
(Dize Gelir Önünde Güllerin En Yabanı[1] ‘dan bir bölüm)
Bakmak bir dildir, Mediha’nın yurdunda. Hepi topu iki harften ibaret alfabesiyle çeşit çeşit susar o. Bir şiir kitabından mülhem, bakış kuşu diyordum ona. İyi ki de diyordum, en azından “bu”, “deli Mediha” ya da hişt hiştten öte bir isme sahip olmuştu sonunda.
Onun vahşiliğindeki soyluluktan ürküyordu çocuklar. Haksız da sayılmazlardı; Mediha kimseyi kendisiyle bakışmaya değer görmezdi, daima yalnız gezer, başını kaldırmaz, kaldırsa gülmez, gülse uzun sürmezdi. Bu yaştaki bir çocuk için yalnızlık nasıl mekân, nasıl zaman olur, aklım almazdı. Onun kendine yettiğini görmek, bırakın çocukları, kendine yetemeyen yetişkinler için dahi kıskançlık sebebiydi.
Mediha’yı tanıdığımdan beri ben de onun diliyle konuşmaya başladım sanki. Gözlerimle binayı işaret ederek sınıflara dönme vaktinin geldiğini söyledim çocuklara. Bir bakışla boşalıverdi bahçe, herkes defterlerini kitaplarını çıkardı, kendi isimlerine bir yankı gibi “burada” dedi. Burada! Ben bir süre içeri girmedim, tek başıma, öylece, ayakta durdum. Mediha’nın kalbinin kapısını boş bahçelerde aradım. Tastamam üç yıldır girememiştim oradan içeri. Tek tesellim; geçen yıl bir aralık, koridorun sonundan, çok uzaktan onun da beni seyrettiğini yakalamamdı. Hepsi bu.
Kimdi, bilmezdim; nereden gelmişti, bilmezdim; niye bu kadar gecem gündüzüm olmuştu, onu da bilmezdim. İşin kötüsü bunların cevabını o da bilmezdi. Bazı hafta sonları, evci çıkardı Mediha. Küçük bir ilçedeki küçük bir evin adresini yazardı yoklama defterine. Yazısındaki incecik çizgiler bile, bu evin kendi evi olmadığını hissettirirdi; y’lerin, g’lerin kuyrukları o kadar uzardı ki uzak bir akrabama gidiyorum derdi bakana. Mutlu da dönmezdi Pazar akşamları oradan. Onun evi kendisiydi ve artık bir kapısı olduğundan bile şüphe ediyordum.
Son dersin bitmesine yirmi dakika kalmıştı; kitaplarımı, notlarımı, her biri ayrı bir çocuk olan kâğıtları, okunacak ödevleri topladım, bez çantamın içerisine koydum. Kalmam için gösterdikleri oda şu bez çantadan azıcık daha büyüktü, fakat iki güzel penceresi vardı; biri uçsuz bucaksız üzüm bağlarına, diğeri ise perdeyi çeker çekmez kızların yataklarına bakıyordu. Neşeli ve olaysız gecelerde kızları bağlara tercih ederdim, bu gece de öyle olmasını umut ediyordum.
Etüt saatinin bittiğini kızların içeriye dolan kahkahası haber verdi bana da, derin bir oh çektim, keyifleri yerindeydi. Pijama giymek, diş fırçalamak niçin bu kadar gülünçtü onlar için anlamıyordum ama olsun, insanın içini açıyorlardı. Odadan çıktım: “Bizim gızlaaa! Beni bak biyo!” dedim en ciddi ifademle, benim ciddiyetim kahkahaları daha da büyüttü: “Herkeslee uyupdursun gari, gapetçem lambeleri!” İçlerinden birinin; “Tam omuyo emme” cümlesini, bir başkasının “Allah vaa, çalışıpduru.” diye tamamladığını duydum. “Hele şunlara bak!” diye yalandan kızarken ışıkları söndürdüm, kıkırtıları azala azala sessizliğe döndü. Göz ucuyla Mediha’ya baktım, yine eğlenmiyordu.
Kızları ışığımla rahatsız etmemek için ben de daha fazla çalışmadan yatağa geçtim. Odama kadar gelen fısıltılar, gülmemek için kendini tutmaya çalışmanın kaçak sesleri arasında uyuyakalmışım. Ancak her şey bölük pörçüktü, kendimi bir türlü uykunun genişliğine bırakamıyordum. Niçin huzursuz olduğumu tam ayırt edemiyor, sebebini bulmak için kendi kuytularıma indikçe panikleyip uyanıyor, yeniden dalmaya çalışıyordum. Sanırım dördüncü ya da beşinci kalkışımdı ki kapıda bir karaltı fark ettim, irkilip doğruldum. Karaltı hiç hareket etmedi, fakat yavaş yavaş aydınlanmaya başladı: Mediha gözlerini dikmiş beni seyrediyordu.
“Mediha?” diye fısıldadım korkuyla; “Bir şey mi oldu?”
“Ağaç kovuğu.” dedi bakışlarını bir an olsun ayırmadan.
“Efendim?”
“Ben bakış kuşu olamam. Ağaç kovuğunda yetişmedim ben. Bir annem var benim.”
Yavaşça kalktım, sanki az evvel irkilerek uyanan ben değilmişim de oymuş gibi korkutmamaya özen göstererek yatağa, yanıma davet ettim: “Tabii var.”
“Nerede?”
Ben hayatımda hiç daha net bir soruyla karşılaşmamıştım.
“Nerede?” dedim.
“Kuş değilim ki kovukta yetişeyim, üzüm değilim ki daldan sarkayım. Kediler, köpekler bile analarının memelerinden süt emer. Beni de elbet bir ana doğurmadı mı?”
“Doğurdu.” dedim, dedim ama kendim bile duymadım.
“Nasıl aramaz beni? Nasıl hiç bilmediğim bu yere, tanımadığım bu insanlara bırakır da gider? Hadi gitti, nasıl senelerdir gelmez?”
Mediha’nın yaşı, benim korkum kadar uzun bir sessizliğin ardından yutkundum, ağzımı açtım, kapatıp tekrar yutkundum: “Hiç… Hiç ölmüş olabileceğini düşündün mü?” dedim incitmeye korkarak. Mediha’nın gözlerindeki kara alfabeyle parlak bir cümle kuruldu, dudakları ışıldamaya, belli belirsiz gülümsemeye başladı. “Tabii” dedi boşluğa bakarak ama aklındakinden emin, “Tabii ya, tabii.” Sevinçle yüzüme baktı: “Benim annem ölmüş olmalı.”
Annesinin muhtemel ölümü, ihmali kadar canını yakmayan bu çocuk beni hiç ürkütmedi o gece. Birbirine değen dizlerimizden bir sıcaklık yayıldı odaya, uzun uzun birbirimize baktık.
Bir kapı kapanma sesi duyuldu.
[1] Başlık Hilmi Yavuz’un Bakış Kuşu’ndan; öykü Halide Nusret Zorlutuna’nın Benim Küçük Dostlarım kitabından mülhem kaleme alındı.
Sinem Torun Kara (1994 Adapazarı doğumlu, öykü yazarı, İstanbul’da yaşıyor):
Öykü serüveniniz?
Öykü serüvenim çok erken bir yaşta (14 yaş) 2008 yılında Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nde yeteneğimin keşfedilmesiyle başladı. Öncesinde hikâyeye dair yaptığım bir şey yoktu, fakat sıkı günlük tutuyordum. Edebiyat öğretmenimiz Ercan Yılmaz bir derste deniz kelimesini kullanmadan denizi anlatmanızı istiyorum. İstediğiniz formda ve türde yazabilirsiniz, 15 dakikanız var demişti. Sadece bitirebildiğini düşünenler okuyacak dedi. Ben bitiremedim. Sonra arkadaşlar sırayla kalkıp okumaya başladılar, hoca okunanların hiçbirini beğenmedi, “güzel ama…” diyordu sürekli. Benim karaladıklarımın diğerlerinden farklı olduğunu görünce bitiremesem de ısrarla el kaldırmaya başladım. Hoca bitiremediğim için okumama izin vermedi. Israr ettim. Sonunda tam sınıftan çıkmadan önce okumama müsaade etti, 4-5 cümle bir şeydi zaten. Cuma günü, herkes eve gitmek istiyor. Herkes hazırlanmış bekliyor, Hoca eli kapının kolunda dinliyor. Okudum. Hoca bir şey demeden sınıftan çıktı. Benim “ya rezil oldum ya vezir” dediğim andı çünkü o güne kadar edebi metin nasıldır, nasıl olmalıdır üzerine de pek bir fikrim yoktu. Bekledik, hoca geri geldi. “Aradığım buydu” dedi. Bahçede yanıma gelip “şimdi de yaprakla ilgili yaz pazartesi getir” dedi. O gün yazma serüveni başladı. Mümkün olan her pazartesi hocaya bir şeyler yazıp götürdüm, konuştuk, çalıştık. Dosya oluşturduk yarışmalara gönderdik, hiçbirinden boş dönmedik diyebilirim. Yaşar Nabi Nayır ödüllerine gönderdik, dikkate değer ödülüyle döndük. 17 yaşında biri için iyi bir başarıydı. Prestijli bir yayınevine gönderdik, ilgilendiler, yine yaşım dolayısıyla dosyayı beklettik. Sonra en son Dergâh Dergisi’ne gönderdiğim üç öykünün Mustafa Kutlu tarafından beğenilmesi ve sonrasında Ali Ayçil’in talebiyle Dergâh Yayınlarından kitabım çıktı. Sonrasında yazdığım öyküleri de dergilerde yayımlamaya devam ettim.
Öyküye bakışınız?
Öykü kompakt bir an benim için. Sıkışmış, yoğunlaşmış bir anın öykünün sınırlarının izin verdiği uzunlukta anlatılması. O kısacık anda okuyanın da yazanın da nefesinin kesilmesi, tek nefeste okuyup bitirmesi ve bittikten sonra uzunca bir süre kendine gelememesi. Hikâye bende bu etkiyi yaratıyor yazarken ve başka bazı yazarları okurken. Bir öykü kitabını baştan sona öyküler arasında hiç ara vermeden roman okur gibi okuyamam. Bir diğerine geçmeden önce, hikâyeyi sindirmem, yaşatmam, nefeslenmem gerekir. Öykü böyle bir yerde duruyor benim için.
Öykü yazmanızın nedeni -bir diğer ifadeyle- Adalı bir öykücü olarak öyküleriniz bize ne söylüyor?
Öykü çatışmadan doğan bir şey. Özellikle benim öykülerim için düşündüğümde karakterlerin, meselelerin iç çatışması, aynı anda hem biri hem diğeri olabilmek. Belki öteki’nin ortadan kaldırılması, her şeyin mümkün bir zemine çekilmesi, iki zıt durumun, karakterin aynı bedende birleşmesi… Dolayısıyla bu zıtlıkları uzlaştırmak değil çatıştırmak benim işim. Somutlaştırmam gerekirse bir karakter katil ama sütün kaymağını almaktan hoşlanmak gibi naif özellikleri var. Elma yiyor. Büyükannesi var. Ya da birini öldürmek üzereyken elini bardağın içine sokuyor ve sıkışıyor, elini kurtaramıyor. Gücün ve acizliğin tek bedende birleştiği o anın resmi. Meselemiz insansa bu durum kaçınılmaz oluyor. İnsan denen varlık çalkantılı bir şey çünkü. Ben Şili’de Av tiyatrosunda olduğu gibi bir rahiple bir komünistin aynı kalbi taşıdığını ve aynı şeyi düşünebileceğini hissettirmek istiyorum. Bu kelimenin altını çizmem lazım tabii, anlatmak ya da öğretmek değil, hissettirmek istiyorum.
Aslında burada mesele biraz Sait Faik’in “Ben bayrakları değil, insanları severim” sözüne çıkıyor. Tüm eylemlerin, işleyişin, inançların, ideolojilerin, kırmızıçizgilerin arkasında çıplak bir beden, aynı çark sistemiyle çalışan bir makina olduğu gerçeği. Benim öyküm sanırım eylemlerin, işleyişlerin, inançların ve ideolojilerin arkasındaki o çıplak bedenin “ben burdayım ve sizdenim, sizden olan şeyim” demesine izin veren bir yerde duruyor. Öykü düzlemi benim için çatışmaları döktüğüm bir alan.
Bir başka neden ise şu; insanın bu dünyadaki en büyük ihtiyacı bağ kurmak, görülmek, duyulmak, anlaşılmak. Meseleye buradan bakarsak öykünün benim için kendimizi ifade etme aracı olduğunu inkâr edemem. Kendim gibi olduğunu düşündüğüm bir muhatap hayal ediyor ve ona sesleniyorum. Oyunuma ortak olacak, benimle gerçeklik düzleminden uzaklaşacak, oyuna kaçarak nefes alabilen okurla bağ kurmaya çalıştığım bir düzlem.
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Bunun gerçek sebebini elbette bilemeyiz, araştırılmalı. Fakat Adapazarı’nın bana sundukları ve başkalarına da sunabilecekleri açısından düşündüğümde şunları söyleyebilirim: Adapazarı çok ortada bir şehir. Ne meselelere atıl kalacağınız kadar taşra ne de meselelerin içinde boğulacağınız kadar merkez. Ne göremeyeceğiniz kadar kör ediyor sizi ne de görecek hiçbir şey yok diyebiliriz. Durup ince şeylere bakmak için vakit ve fırsat var ve aynı zamanda da eğitimi ve kültür seviyesi bunları nasıl göreceğinizi öğreten bir yerde duruyor. Yani şunu kastediyorum, İstanbul’da belki bu eğitimi alacaksınız fakat şehir, aldığınız eğitimi pratik yapacak ruh durumunu size sağlamıyor. Diğer uçta belki taşrada bu ruh durumunu sağlayacak şartlar var fakat bunu nasıl kullanacağınızı gösteren kültür ve eğitim eksik. Sakarya bu ikisinin imkânını sağlayan bir şehir.
Bir diğer yandan Sakarya göç noktasında duruyor. Pek çok dilin, milletin, kültürün bir arada yaşadığı bir yer. Hem herkesin ait hissetmeye çalıştığı hem de köklerini uzatıp buraya getirmeye çalıştığı bir yer. Dolayısıyla farklı farklı hikâyelere mahal verecek bir durum var mekânda. E mekânın insan ruhuna doğrudan etkisi var, dolayısıyla bunlardan etkilenen ruhlardan öykü çıkması olası görünüyor bana.
Öykülerinizden örnekler verir misiniz?
(“Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar” öyküsünün ikinci yarısı)
Anlatmaya devam ediyordu. Artık onu dinlemiyordum çünkü hikâyenin devamını biliyordum. Bir gece kurbağa toplayan başka bir adam kızı omuzundaki siğilleri severken görmüştü. Adam kıza yaklaştı ve aşağılayıcı bir ses tonuyla ne kadar güzel olduğunu, kamburunun doğuştan olup olmadığını sordu. Dalga geçecekti onunla. Kız adama tükürdü. Gitsin diye üzerine yürüdü. Adam hareket etmedi. Susuyordu ve yalnızca tükürüyordu. Adam sinirlenmişti. Hem de “Ben dilsizim.” demesini bekleyebilecek kadar. Kız bir daha tükürdü. Adam, tükürmesin diye kızın ağzını kapattı eliyle. Kız çırpındı. Adam daha sıkı tuttu. Kız çırpındı. Çırpındı. Ve bıraktı kendini. Kurbağalar torbadan fırlamış her biri bir yana zıplamıştı. Adam kaçtı. Tıpkı özgür kurbağalar gibi kaçabildiği kadar uzağa kaçtı. İstasyona.
— Sabah kızımı bataklığın kenarında öylece yatmış kurbağalar elini yüzünü öperken buldum. Ondan başka kimsem yoktu, yapayalnız kaldım. Sordum soruşturdum. Kaçarken görenler olmuş. “Kimi kimsesi yok, Elazığ Baskil’de bir teyzesi var diye duyduk, kaçarsa oraya kaçar.” dediler. O şerefsiz oğlanı bulmaya gidiyorum. Barajın sularına gömeceğim onu.
Dedi.
Bendim. Aradığı şerefsiz oğlan tam karşısında oturuyordu.
— Baskil’i biliyorum ben, dedim. İnince tarif ederim sana. İnşallah bulursun.
— Sağ olasın evlat. Perdeyi çek, kapıyı kilitle, yatalım. Uyandığımızda varmış oluruz.
Belki de beni tanımıştı ama kaçmamam için tanımamış gibi davranıyordu. Uyuduktan sonra öldürecekti beni belki de. Gözümü bile kırpmadım. Ama gitmiyordum da. Hem güvende hem de kaçtığım kişinin horultusunda sabaha kadar dizlerimi karnıma çekip oturdum. Arada bir uyanıp koltuğun altındaki salatalık poşetlerini el yordamıyla hâlâ oradalar mı diye kontrol ediyordu. Başka hiçbir şeyi yoktu ki zaten.
— Uyumadın mı?
— Yok. Çocukları göreceğim ya heyecanlıyım, uyuyamadım.
Trenden inmiştik. Baskil’e nasıl gideceğini anlattıktan sonra hızlıca uzaklaştım. Ama hâlâ arkamdan bir el silah sesi bekliyordum. İyice asabım bozulmuştu, korkudan insanları çift çift görüyordum. Sanki herkes benim üzerime doğru yürüyordu. İstasyonda kediler mırıl mırıl, saatler tıkır tıkır, topuklar takır tukur, raylar katır kutur, bavullar harul hurul… Bir el tuttu kolumdan.
— Delikanlı!
Oydu. Nefes nefese kalmıştı. Gülmüyordu. Tamam, işte şimdi ölecektim.
— Salatalık poşetini almayı unuttun.
Uzaklaştı. Tren düdüğü çalıyordu. Koştum. Koştum. Trene atladım. O Baskil’e beni bulmaya gidiyor, bense elimde bir poşet salatalıkla biletsiz yolcu olarak Adana’ya geri dönüyordum.
Vildan Külahlı Tanış (1980 Ankara doğumlu, öykü yazarı, Adapazarı’nda Fen Bilgisi öğretmeni):
Öykü serüveniniz?
Okumak hayatımın içinde hep vardı. Acemi bir okurdum diyebilirim. Yolunu bulmaya çalışan. Köşe yazıları, şiir, deneme, kurmaca eline ne geçerse kenarından tutmaya çalışan bir okur. Buna paralel aslında yazı da hep benimle beraberdi. Sınırları çok da belli olmayan anı, iç döküş, günce… adına ne dersek artık. Fakat belki de yaş almanın getirdiği bir bilinçle yazdıklarımın artık bir kurmacaya, dört başı mamur bir dünyaya evirilmesini istedim. Okumaktan çok keyif aldığım bir tür olan öykü türüne yönelmem de böyle başladı. Yaklaşık beş altı senedir daha düzenli yazılar yazmaktaydım. Dergiler, yarışmalar derken sanırım artık bir dosya oluşturmalıyım dedim. Onların bir kısmı sırt sırta verdi ve Çizgide Bir Kukla raflardaki yerini aldı. Şimdilerde onun heyecanını yaşıyorum diyebilirim.
Öyküye bakışınız?
Öykünün edebi türler içinde anlatma sanatı olarak kelime iktisadı bakımından şiirden sonra en büyük terbiye olduğunu düşünüyorum. Akıp giden zamanın içinden çekip koparılan, dondurularak muhafaza edilen, çözünmesi için sıkı bir okura ihtiyaç duyulan özel bir tür olduğunu düşünüyorum öykünün. O çözünmenin yavaş yavaş zihne yerleşmesi, başka akıntılarla birleşip yeni bir suyolu oluşturması, yazarın öncesi ve sonrasını da bildiği o anlara, okuru dâhil edip belki aynı belki bambaşka ama ne olursa okurda yeni bir hikâye oluşturması hep büyülü gelmiştir bana. Bir fotoğraf karesinin çok büyük bir kompozisyon yaratması gibi. Yazmaya başlamadan evvel okur tarafında da sevdiğim bir tür olduğunu da söylemeden geçemem. Bütün bunlar bir araya geldiğinde kendimi öykü yazarken buldum belki de. Ve saydığım tüm bu sebepleri sonradan yapboz parçasına oturttum. Kim bilir?
Öykü Yazmanızın nedeni?
Üretmek diyebilirim. Yazmayı beceremeseydim de üretmeye devam ederdim bunu biliyorum. Bu sıra sıra dizilmiş reçeller mi olurdu, domates konserveleri mi, boyadığım ahşap kutular, ördüğüm atkılar bereler mi, yaptığım çömlekler mi olurdu bilmiyorum ama ortaya bir ürün koymak, dönüp ona bakmak, hatta dönüp dönüp bakmak bu benim vazgeçebileceğim bir şey değil sanırım. Yazma yolculuğuma gelince bu dünyadan bir yaprak gibi geçip giden biri olmak istemeyip geride bir şey bırakma çabası belki de.
Daha özelde bu kitabın derdi ne diye sorarsınız insan olmanın eksiğiyle, fazlasıyla, kusuruyla, günahıyla ortaya konabilmesi derim. İnsan ne olursa yapmam dediğini yapar, ne yaşarsa çizgisinden dışarı taşar, yaşama tutunmanın kaç çeşit yolu vardır, bu yollardan hangisi gerçek hangisi oyundur, yas nasıl tutulur, yalnızlıkla nasıl baş edilir, eşyalar hayatımızdan sadece bir nesne olarak mı geçip giderler, ne zaman onların ardına bir deve kuşu misali saklanırız… Bütün bu sorular öykülerin yazılış esnasında kuyrukları birbirine dolana dolana gezip durdular kafamda. Ve sonuçta Çizgide Bir Kukla’daki öyküler ortaya çıktı diyebiliriz. Buradan bakacak olursak sanırım benim ilham kaynağım sorular. Ne kadar fazla soru o kadar fazla hikâye ve karakter demek benim için.
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Sakarya büyük isimlere ev sahipliği etmiş bir kent. Sait Faik gibi bir büyük bir ustanın doğduğu şehir. Yine Ayfer Tunç, Necati Mert, Faik Baysal gibi sayamayacağımız birçok ismi aynı paydada toplayan bir yer. Bunun dışında hiçbir karşılık beklemeden edebiyata gönül vermiş isimlerin bir araya toplandığı mahfillerinin olması büyük şans. Fahri Tuna, Ercan Yılmaz şehrin edebi kalbinin atmasında payı büyük isimler. Yine belediyelerimizin kültür sanat başkanlığının böyle etkinliklerle yola koyulmamış ya da henüz yolun başında olan kişilere böyle etkinlik imkânı sunması… Hepsi çok kıymetli.
Öykülerinizden örnekler verir misiniz?
(‘Maydanoz’ adlı öyküsünden bir pasaj)
Kitabı, gözüme sokmak ister gibi ikinci kez yaklaştırıyor. Bu sefer göz ucuyla şöyle bir bakıyorum sayfaya. Omuzları geniş sayılabilecek bir adam büyükçe bir aynaya bakıyor. İşin garibi yansımasını görmesi gerekirken aynaya doğru ötelenmiş görüntüsüne, geniş vatkaların altında kalan küçülmüş sırtına bakıyor. Adamın saçları geriye doğru neden bu kadar itinalı taranmış? İstemsizce saçlarıma gidiyor ellerim. Tutamıyorum.
“Ne anlatıyor sence bu tablo Ayşegül?” diyor.
İşte beni sınava tabi tuttuğu sorularından biri daha. Bana soruduğu her soruda -ki bu alelade bir soru da olabilir- ne söylesem yanlış olacakmış gibi bir his çöküyor içime. Beklediği cümleleri kuramayacağım kaygısı kuracağım cümleleri de alıp beraberinde götürüyor. Şimdi bu tabloda desem. Adam kendine bakmak isterken desem. Kendimi yenerek bir şeyler söylesem, söyleyeceğim o üç beş kelime salonun ortasında hep var olan o kara delik tarafından yutulup yok hükmünde sayılacak biliyorum.
Ne ara bu hale geldik, ne zaman birbirini tanıyamayan iki insana dönüştük biz? Sanırım yedi yıllık evliliğimizde her akşam yediği maydanozlu salataya, bir akşam maydanozun yakışmadığını söylemesi bunun başlangıcıydı. Ondan sonraki günler onun gözünde bir sürü “şey” bir sürü “şeye” yakışmadı zaten. Maydanoz salataya, yıllardır bana yakıştığını söylediği saç rengim yüzüme, sarı gömleğim altına giydiğim pantolona, beraber seçip aldığımız çapalı saat salonun ruhuna yakışmadı.