Ümit Yalçın Doğan kimdir? Bize biraz kendinizden söz eder misiniz?
Subay bir baba ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak Diyarbakır’da dünyaya geldim. Babamın mesleği nedeniyle iki-üç yılda bir tayini çıkıyordu ve dolayısıyla biz de taşınıyorduk. Sürekli okul ve çevre değiştirme fikri, yaşamayan insanlara zor gelebilir ama ben bunun beni ben yapan şeyin önemli bir kısmını oluşturduğuna inanıyorum. Küçük yaştan itibaren her kesimden insanlarla ilişkiler kurdum. Birçok kültüre aşina oldum. Tabi bunlar insanın karakterini oluşturuyor. Farklı bakış açılarından bakabiliyorsunuz. Bugün yazdıklarımda bu yaşadıklarımın izleri elbette büyüktür. Terörün yoğun olduğu dönemlerde Doğu Anadolu’da bir şehirde yaşarken ertesi yıl çağdaş yaşamın önemli noktalarından İzmir’de bir hayat adapte olmak kolay değil. Fakat bunun götürüleri olduğu kadar getirilerinin de olduğu tartışılmaz.
Elbette her yazarın oluşturduğu metinlerde, hatta her sanatçının oluşturduğu eserde yaşadıklarının etkisi vardır. Burada Picasso’nun başından geçen bilindik bir hikâyeyi örnek vermek isterim. Picasso bir restoranda otururken onu tanıyan bir garson yanına gelip bir kâğıt uzatarak kendisi için bir resim çizmesini rica eder. Picasso beş dakika içerisinde çizdiği resim için garsondan bin dolar talep eder. Garson buna şaşırır. Beş dakikada çizdiğiniz resim için bin dolar mı istiyorsunuz diye tepki gösterir. Picasso’nun cevabı ise “beş dakika değil, kırk yıl artı beş dakika” olur. Bu nedenle yaşam sürecindeki deneyimlerin kitaba yansımalarını bana özel bir durum gibi ifade etmek yanlış olur. Burada söylemek istediğim yaşadıklarımızın eser üzerindeki etkisinin kullandığımız teknik, usul, başvurulan konular ve tercih edilen dil şeklinde farklılaşması. Ezcümle yaşantımın büyük kısmının farklı illerde geçmesinin etkisini yazdıklarımda kozmopolit bir karakter yapısı, çok katmanlı bir kurgu ile masalsı ve geniş kelime hazneli bir dil olarak görebileceksiniz.
İlk gençlik sonrası dönemden bahsedecek olursak Hacettepe Üniversitesi’nde gördüğüm lisans eğitiminin ardından İstanbul’da bir kamu bankasında başladığım iş hayatıma halen devam etmekteyim. Eşim ve beş yaşındaki oğlumla birlikte oldukça aktif bir yaşantımız var. Kitabımın başında yer alan özgeçmişimde bahsettiğim gibi “koşturmak boş durmaktan iyidir” ilkesiyle maaile müziğin, sanatın ve sporun envaitürlü dalıyla iştigal etmekteyim.
Okuma sevdamın aileden geldiğini söyleyemem. Özellikle üniversite yıllarında ağırlık verdiğim okuma eylemini bundan sonra hiç bırakmadım. Benim için nefes almak gibi. O yıllardan beri beni elimde kitap olmadan göremezsiniz. İş arkadaşlarımın gözünün önüne gelecek olan Ümit Yalçın Doğan tasvirinin montunun cebinde mutlaka bir kitap vardır. Bilhassa Türk edebiyatı okumaktan keyif alıyorum. Çevirilerin büyük kayıplara maruz kaldığını, insanın kendi dilinde ve aşina olduğu konularda bir şeyler okumasının büyük bir şans olduğuna inanıyorum. Örneğin bana göre Rusça bilmediğimiz için bu dilde verilen bir eserden alacağımız haz bir Rus vatandaşının oldukça altında ve bu büyük bir talihsizlik. Bu nedenle de sayısız değerli kalemin yer aldığı Türk edebiyatına sahip çıkmamız ve bu fırsatı kaçırmamamız gerektiğine gönülden inanıyorum.
Yazma eylemi ise benim için çok eskiye dayanmıyor fakat şu an benim için okumakla aynı kategoride. Biraz önce örnekte de işaret ettiğim gibi bunca yıldır içimde biriktirdiklerim artık taşıyor ve umuyorum ki hiç bitmeyecek. Gece başımı yastığa her koyduğumda anlatacağım sayısız hikâyenin konusunu kendi içimde tartışıyorum. Bunları yazarken ikinci kitabım baskıya hazır durumda ve üçüncü kitabımı yazmayı sürdürüyorum. Benim için çok kıymetli olan Türk edebiyatı ailesinde kalıcı olmak şu an için emek verdiğim en büyük hayalim.
Kâğıt ve kalemle yarenliğiniz nasıl başladı? Sizi yazmaya yönelten temel etken nedir?
Her ne kadar sanatçının tanımında bir eser koymanın zorunlu olmadığını savunsam da sanat bir yansıtma biçimidir. Dolayısıyla bir yaratıcılığa ihtiyaç duyar. İnsanı sanatın herhangi dalında seyirci olmanın yerine karşı tarafta yer almaya iten şey içindeki yaratıcılık hissi veya doğuştan gelen yeteneğidir. İnsanın yaratıcı olabildiği yani tanrıyı taklit edebildiği yegâne alan sanattır. Belki de insana cazip gelen temel etken budur.
Edebiyat alanında okuyucu olarak eski olmama rağmen yazar olarak yeni olduğumu yinelemem gerekir. Bence yazmak yıllar içerisinde birikenlerin sonucunda insanın ihtiyaç duyduğu bir dışavurum ve bunun sizin planlamanız dışında gelişen bir zamanlaması var. Yani okuma işini küçük yaşlarımızdan itibaren bazen birini örnek alarak, bazen içimizden gelerek yapabiliyoruz. Ancak yazma işi ancak şartlar olgunlaştığında gerçekleşiyor ve yazarın bunu önceden kestirebilmesi zor. Ben “Elibittibile’nin” başına oturana kadar yazar olacağımı bilmiyordum. Tabi burada aslında en önemli konu sabır. Belki de bu alanda çok büyük bir yeteneği olan bir insan bile başladığı eseri tamamlayamayabilir veya yazmaya hiç başlayamayabilir. Yazma sürecinde eşimin bana en çok sorduğu soru “nasıl dayanıyorsun” oldu. Yazmaya karar verdiğim konuyu bulduktan sonra aylarca beklememe çok şaşırıyordu. Ya da yazmaya başladıktan sonra uzun aralar vermeme yahut hızlıca bitirmememe. Hâlbuki bunlar sadece sindirme süreci. Yazacaklarınızı özümsediğinizde ya da beklediğiniz ilham geldiğinde yazacağınız metin bazen bir ay bazen yıllarca uzağınızda olabilir ama oradadır işte. En başından sonunu görmeyi başarabildiyseniz, önünde sonunda nihayetlenecektir.
“elibittibile” adında bir ilk romanınız var. Eserinizin adı, konusu, yazım süreci hakkında bilgi verebilir misiniz?
“Elibittibile” benim ilk eserim. Edebiyat dünyasına bir roman ile adım atmış oldum. Romanın adı tersten ve düzden okunduğunda değişmeyen yapısıyla bir palindrom özelliği taşıyor. Palindrom antik yunanda geri geri koşan kişi demek. Metin içerisinde de kimi zaman bir kumar masasında kimi zaman da bir cenaze töreninde karşımıza çıkan “eli bitti bile” cümlesi aslında hayatın ne kadar kısa ve kıymetli olduğunu ve maalesef bir sonu olduğunu anlatmayı amaçlayan bir metafor.
Yazılı edebiyat alanında yıllardır birçok yöntem denendi. Farklı bir şey yapmak, okuyucuyu şaşırtmak zorlaştı. Ben evvela kitabımın adını seçerken bir risk aldım. Çünkü kitabın içeriğinde de her zaman anlatılandan farklı bir şeyler olabileceğini ilk önce başlıkta yansıtmak istedim. Romanın içinde farklı ne olabilir, anlatılan hikâyeler hep aynı değil mi diye sorabilirsiniz. Elbette öyle. Hayata dair kullanılabilecek temalar sınırlı. Ancak ben teknik ve kurgu ile bir fark yaratmaya çabaladım.
Romanın içerisindeki en büyük farklılık dokuyu bozmayacak ve metne uyum sağlayacak şekilde yerleştirilmiş ansiklopedik bilgiler. Bu bilgileri geniş bir kelime haznesi ve masalsı bir dil ile şaşırtıcı ve keyifle okunacak biçimde okura vermeye çalıştım.
Elibittibile seksen üç yaşında bir kadının, Gülten Hanım’ın hayatının tüm dönemlerine bakış atarak ve günbegün yalnızlaşma sürecini anlatarak neredeyse yüz yıllık bir sürece dokunan bir metin. Okuyucular 1923 yılında gerçekleşen Türk-Yunan nüfus mübadelesinden başlayarak günümüze değin uzanan bir zaman çizelgesinde gezinerek, büyük bir aileye mensup olan birçok karakterle tanışacak, kişisel ve toplumsal birçok hikayeye dahil olacaklar.
Roman büyük ölçüde otobiyografik unsurlar taşıyan bir kurgu aslında. Sizin Gülten Hanım olarak tanışacağınız ana karakter, benim yüz yüze konuşma ve birçok röportaj yapma şansına nail olduğum bir hanımefendi. Sohbetlerimizde bana yaşamına ve ailesine dair birçok hikâye anlattı, belge ve fotoğraf gösterdi. Benim daha sonra kurgulayarak farklı yönlere götürdüğüm hikâyesi ile Elibittibile’nin yolunu aydınlattı.
Romanı yazmam bir yıl kadar sürdü. Yazmak için belirli bir koşul gözetmedim. Bazen tatilde bir gece yarısında, bazen sabah uyanır uyanmaz mesai öncesinde yazdım. Kitabı oluşturan röportajlar aslında korona sürecinde evden çıkmanın yasak olduğu dönemde gerçekleşti. O süreçte biraz da şartları zorlayarak tamamladım ön çalışmayı. Kitabın bitişi ise Kapadokya’da olduğumuz bir ana denk geldi. Bu nedenle ikinci imza gününü kitabın bittiği yerde yaptık.
Elibittibile’nin bölüm başlarında yer alan resimleri de ben çizdim. Zihnimde canlandırdıklarımı resmetmeye çalıştım. Ancak hem kapak resminde hem de iç kısımdaki çizimlerde karakterlerin yüzlerini boş bırakmayı tercih ettim. Bu kısımları okurun hayal gücüne müdahale etmemek maksadıyla onların inisiyatifine bıraktım.
Elibittibile’nin yolculuğu bundan ibaret.
Romanınızın kahramanı Gülten Hanım ‘ın Midilli ‘den İstanbul ‘a uzanan yolculuğunda yazmakta güçlük çektiğiniz yahut yavaş yazdığınız bir bölüm oldu mu?
Bildiğiniz üzere romanım gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor. Öncelikle Gülten Hanım’la yaptığım röportajlar romanın çatısını oluşturdu. Bunun üzerine aklımdaki fikir ve hikâyeleri ekleyerek kitaba farklı bir yön verdim. Romanı yazmaya başlamadan önce yoğun bir çalışma sürecim oldu. Daha önce aklıma geldikçe not ederek biriktirdiğim kelimeler, hikâyeler ve cümleler vardı. Başladıktan sonra en az hâkim olduğum ve en çok bilgi gerektiren mübadele süreci kısmı için daha fazla çalışmaya ve bilgi toplamaya ihtiyacım oldu. Bu süreçte Lozan Mübadilleri Vakfı’nın “Mübadele Öyküleri”, Cahide Zengin Aghatabay’ın “Mübadelenin Mazlum Misafirleri” ve Canan Tan’ın “Hasret” eserleri mübadele konusundaki ufkumu oldukça açtı. En çok zaman harcadığım ve en yavaş yazdığım kısım bu nedenle “Mukaddime” adlı ikinci bölümdür diyebiliriz. Bu bölüm romanın asıl başlangıcını da oluşturması nedeniyle hem okuyucuyu kitabın içine çekmek hem de hikâyeye daha sağlam devam edebilmek adına oldukça önemliydi.
Kitabınızın ilk sayfalarında sizi tanıtan kısa metne baktığımızda “çok gezdi, çok okudu” tanımını görüyoruz. Kitabınızda adı geçen Girit Adasını yahut Balkan topraklarını görme fırsatınız oldu mu?
Daha önce bahsettiğim gibi önce babamın mesleği dolayısıyla, sonra da çok şanslı biçimde eşimle uyumlu olan gezgin ruhumuz sayesinde birçok yeri görme şansına eriştim. Atlas’ın doğumu da bu süreci sekteye uğratmadı. Adını bile doğduğu hastanenin penceresinden görünen okyanustan alan oğlumun da aynı ruh ile büyüyeceğinden emin olmak mutluluk verici.
Çok gezmenin, yani yaşama dair somut deneyimler elde etmenin elbette kitaba önemli etkileri oldu. Karakter yaratırken, mekân tasvir ederken, zihnimi yenilerken hatta bazen ilham beklerken bile faydalandım bu süreçten.
Kitabımda geçene Girit Adası’na henüz gitmedim ama Sırbistan ve Karadağ’ı görme şansım oldu. Bu yıl Yunanistan’a kısa bir seyahat yapmayı planlıyoruz. Önümüzdeki dönemde de fırsatımız olursa Bosna Hersek’i görmek istiyoruz.
Okumanın etkisinin gezmeye oranla daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Okumayan, farklı tekniklere aşina olmayan, Türkçe’nin engin kelime dağarcığına ve dilbilgisine hâkim olmayan bir yazar eksiktir bence. Ben bir kitabı okurken içerisinde ciddi imla hataları görürsem yazarına ve hatta yayınevine olan bakışım değişiyor. Bana göre çok mühim bir eksi bu onlar için. Yazmaya başladıktan sonra çok daha fazla okumak gerekiyor ayrıca. Bir yazarın tek bir tekniğe takılmaması, ufkunu genişletmesi, farklı dönemlere ve kültürlere ait bakış açılarını kaçırmaması için okumaya devam etmek çok önemli.
Köklerinizin Balkanlara dayanması sebebiyle aile tarihinizi merak ediyoruz. Bize biraz bu konudan bahseder misiniz?
Annem hem anne tarafından, hem de baba tarafından Boşnak göçmeni. Dedeleri Kocaeli’nin Karamürsel ilçesine göçmüşler. Yani annem, anneannem ve dedem Türkiye’de doğup büyümüşler. Anneannem ve dedem rahmetli oldular. Orada yaşamasalar da evlerinde yoğun bir Boşnak kültürü hâkimdi her zaman. Sık sık Boşnakça konuşulurdu evde. Türkçe konuşulsa bile araya Boşnakça kelimeler sıkıştırırlardı. Zaten eli lezzetli olan anneannemin hazırladığı hamur ağırlıklı Boşnak yemeklerini yediğim zamanlar çocukluğuma dair en güzel anılarımdan.
Göç öncesi yıllara dair çok fazla hikâyemiz yok aslında. Dedemin babası subaymış. Sert mizaçlı bir adammış. Genellikle babasından bahsederdi dedem. Bosna’da yaşamadıklarından çok fazla bir şey anlatmadılar ama söylediğim gibi kültürlerinden de hiç kopmadılar. Nesiller değiştikçe kültürün etkisi azalıyor elbette. Ben Boşnakça bilmiyorum mesela. Henüz oraları görme şansım olmadı. Annem ve dayım geçtiğimiz yıllarda gittiler. Akrabalarına ulaşmaya çalıştılar. Güzel bir deneyim oldu onlar için. Yakın dönemde popüler olan soyağacı sorgulamasında annemin tarafındaki akrabalarımızın arasında Boşnak isimleri olduğunu gördüm. Bu arayış benim de içimde merak uyandırdı. Umarım bir gün benim de gidip köklerime dair bir deneyim yaşama fırsatım olur.
Annem sarışın, beyaz tenli ve renkli gözlü bir kadın. Ben ve kardeşim babama benziyoruz. Göçmen genine sahip olanların şanslı olduğunu düşünüyorum. Genellikle fiziksel olarak çoğu insana göre daha güzel bir görünüme sahipler.
Anneannem ve dedemi kaybettikten sonra Boşnak kültürüne dair paylaşımlarım azaldı aslında. Bayramlarda Karamürsel’e gidip oradaki akrabaları ziyaret ettiğimizde çocukluk anılarıma dönebiliyorum ve bundan çok keyif alıyorum. Oğlum büyüdükçe onun da bu kültürü tanıması için ailece Karamürsel ziyaretlerini artırmak ve birlikte Bosna Hersek’i görmek orta vadeli planlarımız arasında.
Balkanlı olmakla ilgili bir anınız (var ise) bizimle paylaşabilir misiniz? TV ‘de Balkanlar ‘la ilgili film, müzik, haber vb. gördüğünüzde neler hissedersiniz?
Göçmen bir dedenin torunu olmak dışında Balkan kültürünün oldukça renkli, etkileyici ve keyifli olduğunu düşünüyorum. Hayatı pozitif yaşamayı seven biri olarak bu açılardan kendime yakın buluyorum. Geçmişte yaşanan zorlu süreçler olmasaydı oralarda daha fazla bağımız, daha güzel paylaşımlarımız olur muydu bazen düşünüyor insan. Ben iki farklı kültürden insanın evliliğinden doğduğum ve iş hayatına değin farklı şehirlerde yaşadığım için tek bir kültür veya tek bir memleket ile yoğun bir bağ kuramadım aslında ama Balkanlara ilişkin eserlere bir sanat sevdalısı olarak büyük ilgi duyuyorum.
Ailenizde Balkan yemekleri yapılıyor mu, yapılıyor ise sizin favoriniz hangisi?
Önceki kısımlarda bahsettiğim gibi rahmetli olmadan önce anneannemin evinde tam bir Balkan lezzetleri şöleni vardı. Envaiçeşit hamur işleri, tatlılar, herhangi kategoriye koyamadığım lezzetler hala çocukluğumun mutluluk veren noktalarındalar. Anneannemin söylediği ve benim çocuk aklımla öğrendiğim yemek isimlerini şimdi internet üzerinde arattığımda bulamıyorum. Belki adını, belki tarifini değiştirdi, belki de ben yanlış ezberledim. Davul fırına attığı tepsinin içinde yaptığı bir yemek vardı. Hamurun üzerine bir çiçek deseni gibi kaşıkla sayısız iz yapıp üzerine sıcak süt dökerdi. Hayatımda ondan daha lezzetli az şey yemişimdir. Börek değil, tatlı değil başka bir şeydi işte. Adından emin değilim ama tadını hiç unutmayacağım.
Anneannem kadar olmasa da annem de usta bir aşçı sayılır. Özellikle akrabalarla bir araya geldiğinde veya göçmen bir dost edindiğinde Boşnak damarı kabarır. O zaman el açması pırasalı ya da bal kabaklı börekler, mis gibi şerbetli tatlılar konuşulmaya başlar. Elibittibile’nin ilk bölümünde rastlayacağınız bir yemek tarifi var. Bizim de romanın kahramanı Gülten Hanım’dan öğrendiğimiz, onun “kokulu et” şeklinde isimlendirdiği “koçinisto”. Onun sayesinde soframızda uzun süre mutlu eden bir sürpriz olarak yer aldı bu lezzetli bir yemek.
Siz müzikle de ilgilisiniz. Bize bu yönünüzden ve Balkan müzikleri hakkındaki düşüncelerinizden bahseder misiniz? Örneğin, Balkan müziklerini duyduğunuzda etkilenir misiniz?
Balkan müziğini genel olarak renkli ve eğlenceli olarak tanımlayabilirim. Tabi oldukça etkileyici ve hüzünlü örnekleri de var. Benim favorim olan şarkı da bu türe örnek verilebilecek olan ve “Çingeneler Zamanı” filminden tanıdığımız “Ederlezi”. Eserin sahibi Goran Bregovic de benim çok beğendiğim ve keyifle dinlediğim usta bir müzisyen.
Balkan müziğinde üflemeli çalgılar önemli bir yer tutuyor. Benim klarnete olan sevgim de belki de köklerimle ilişkilidir. Ancak Balkan müziği deyince aklıma ilk gelen enstrüman olan akordeonu çok sevmeme rağmen henüz koleksiyonuma ekleyemedim. Yakın zamanda mutlaka bir akordeon alıp Balkan müziklerini icra edebilmek de planlarım arasında.
Ben kendimi deneyimlerin insanı olarak tanımlıyorum. Çocukluğumdan beri başka bir yeri görmek, farklı bir yemeği denemek, standart olmayan bir sporu yapmak vazgeçemediğim bir tutku oldu. Güzelliklerin tarafında olan her insan gibi sanatın her dalı için de bu hislerle doluydum. Birilerini örnek alarak ya da çok yetenekli olduğum için değil. İzmir’de ortaokuldayken, babamla birlikte bir tatil gününde, müzik mağazaları kapalı olduğu için bir kitabevinden, ikinci el ve kılıfsız bir gitar satın alıp otobüsle eve döndüğümüz o günden sonra aşağı yukarı her yıl yeni bir müzik aleti alarak çalmayı denedim. Hepsini çaldım, bazılarını daha çok sevdim ama en sonuncusu gözbebeğim oldu. Klarnet. Belki de şimdiye kadarki bütün müzik deneyimim bunun içinmiş diyorum. Evde klarnetimi hiç sökmeden bırakıyorum ki yanından her geçişimde bir dakika bile olsa alıp üflemem daha kolay olsun. Kendime klarnet dinleyicisi oluşturabilmek için bu süreçte her zamankinden daha fazla misafir davet ediyoruz evimize.
Enstrüman çalmak konusunda kimseyi örnek almadım dedim ama bu konuda beni her zaman destekleyen ve ilk gitarımı aldığım o gün gibi şimdi de yanımda olan babama teşekkür etmem lazım. Ben oğlumla olan ilişkimde onu örnek alıyorum. Umarım Atlas da beni örnek alır.
Şu an evimizde dört tane gitar, ukulele, klarnet, yan flüt, bateri, piyano, keman, kabak kemane, lir, mızıka, kalimba ve aklıma gelmeyen daha bir sürü enstrüman mevcut. Bunlar için ayırdığımız oda bizi ancak birkaç sene daha idare eder sanıyorum. Büyük ihtimalle o süre içerisinde Atlas da benimkileri beğenmeyip kendi enstrümanlarını edinmeye başlar.
Tecrübelerinize dayanarak birinin Balkan göçmeni olduğunu anlayabilir misiniz?
Genellikle fiziksel özelliklere bakarak ayırt edebiliyorum. Balkan göçmenleri açık renk saç ve ten, renkli göz, uzun boy gibi şanslı genetik özelliklere sahip oluyorlar çoğunlukla. Ancak nesiller karıştıkça bu özellikler değişebiliyor. Örneğin benim Balkan göçmeni bir aileye mensup olduğumu fiziksel özelliklerimden anlamanız mümkün değil.
Fiziki özellikleri bir kenara bırakırsak Balkan göçmenlerinin genellikle sosyal, girişken, düşündüğünü söyleyen ve neşeli insanlar olduklarını düşünüyorum. Yine de bir insanın Balkan göçmeni olduğunu mutlaka anlayabilirim gibi bir iddiam yok.
“Mutlu olmak bir seçimdir ve çevrenizden beslenir.” cümlenizi okuduğumuzda merak ediyoruz; bu anlamda eşiniz ve oğlunuzu odağa alırsak ailenizin yazma sürecinizdeki konumundan bahseder misiniz?
Bizim çok iyi anlaşan bir çekirdek aile olduğumuzu söyleyebilirim. Bunu çevremize de yansıtabiliyoruz. Sürekli hayatımızı nasıl daha güzel hale getirebiliriz diye düşünüyoruz. İnsanların negatif düşüncelere sahip olmalarının kendi seçimleri olduğunu ve bazı insanların tartışmadan beslendiğini düşünüyorum. Biz pozitif olmayı seçenlerdeniz. Bu nedenle genellikle mutlu bir yaşam sürüyoruz. Evimizde neredeyse hiç tartışma olmaz. Bunun asıl dayanağı saygı duymak ve birbirini desteklemek elbette. Atlas’a da saygı ile yaklaşıyor ve ona büyük bir özgürlük alanı bırakıyoruz. Çocuğuma öğretmek istediğim ilk yeti mutlu bir insan olarak yaşamayı bilmesi.
Romanı yazdığım ve sonrasındaki süreçte ailemden büyük destek gördüm. Yazdıklarımı sürekli eşimle paylaştım. Benden daha çok heyecan duyduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
En keyifli geribildirimler tabi ki Atlas’tan geldi. Bu süreçte o da çok heyecanlandı. Bir gün bana gelip kitap yazacağını, ona da imza günü yapmamızı ve kitabının adının “dünyada bir şey kalmadı bile” olacağını söyledi. Eşime de onun imza gününün ne zaman olacağını soruyor. Sanata dair herhangi bir şeyin onun için normalleşmesi ve bununla büyümesi benim için o kadar kıymetli ki.
Evinizde konuşmayı çabuk öğrenecek kapasitede bir papağanınız olsa ona ilk olarak hangi kelimeyi/cümleyi öğretirsiniz?
Kısa fakat işine yarayacak bir şeyler olmalı sanırım. Ona uygun bir dörtlük yazalım:
“Renkli kuş.
Durma uç.
Kanat aç.
Esaretten kaç.”
Bir Balkan Esintisi Ailesi olarak Ümit Yalçın Doğan ‘a teşekkür ederiz.