ManşetlerRöportajlar

0

Hacı İlya’nın Torunu İvi İlyadis İle Konuştuk

Sanayici mucit dede İlya Usta’nın, Yeşilçam’da ses mühendisi Yorgo Amca’nın ve Yeşilçam’da ödüllü görüntü yönetmeni Kriton Baba’nın Adapazarı günlerini ve bağlarını detaylarıyla anlatan ‘Uzaktaki Yakın; Adapazarı’ kitabının yazarı İvi İlyadis ile konuştuk.

Kitap yazarına 6 Kasım 2024 ulaştı. Kendisi o gün İstanbul’a gelmişti. Hava limanına ulaştığı dakikalar olmuşken matbaadan birkaç gün evvel çıkan kitabına dokundu.  Aynı günün akşamında Üsküdar Meva Kafe’de kendisiyle yeni kitabına ve onunla bağıntılı birçok konudan konuştuk.

Yıllardan sonra ilk defa gördüğü arkadaşlarıyla duygusal anların yaşandığı akşamın müellifi Sn. Fahri Tuna idi. Sunumu yapma şerefini bana bağışladığı için Fahri Tuna’ya teşekkür ederim.

Bununla beraber; 1954’de İstanbul Ayaspaşa Saray Arkası Sokağı’nda doğan, ilk, orta ve liseyi Beyoğlu Zapyon Kız Okulu’nda okuyan, 1974’de Tüccar Hristo Komninos ile evlenen, ilki Aleksandros ikincisi İliana olmak üzere iki çocuk annesi ve 1983’te ailesiyle Atina’ya yerleşerek o günden bu güne 40 yıldır Atina’da yaşayan İvi İlyadis’i yakından tanıma fırsat veren 6 Kasım 2024 tarihli kitap tanıtım etkinliğinin yazılı halini okura sunmaktan mutluluk duyuyorum.

‘Uzaktaki Yakın: İstanbul’ ve ‘Uzaktaki Yakın: Adapazarı’ kitaplarının yazarı İvi İlyadis’e teşekkürlerimle…

Necla DURSUN

—————————————————————————

Merhaba Bayan İvi ve değerli konuklarımız.

İstanbul’a hoş geldiniz Bayan İvi. Sizi tekrar görmek çok güzel. Ayağınızın tozuyla bize zaman ayırdınız, teşekkür ederiz. Şu an bizimle olan konuklarımız arasında sizi tanıyanlar olduğu kadar tanımayanlar da olacağını düşünerek az önce özgeçmişiniz hakkında bilgiler aktardım. Bu bilgiler devamında ilk sorum şu olacak size müsaadenizle; Sizi kitap yazmaya iten sebepler nelerdir Sayın İvi İlyadis?

Hoş buldum. İstanbul’u özlemişim. Sizlerle olmak çok güzel. Az önce hakkımda verdiğiniz açıklayıcı bilgiler için teşekkür ederim. Konuklarımız hoş geldiler.

Sorunuza cevap vermek için 2016 yılına gitmeliyim. 2016’da Fahri Tuna ile tanıştıktan sonra memleket özlemini bir başka türlü hissetmeye başladım. Ve yaşadığım hayatı paylaşmak istedim. Paylaşmamın iyi olacağını düşündüm. Çünkü ben 33 yıl köklerimle ilgilenmedim diyebilirim. Çocuklarımızı büyüttüm ve yaşantıma devam ettim. Yunanistan’da hayatımızı sürdürürken onların okulları vardı, yaşam mücadelesi vardı. Başka bir ortam içinde yaşıyordum. Ayrıca, bir insanın mutlu olması için yaşadığı ortama uyum sağlaması lazım. Yani devamlı geriye bakınca olmuyor. Ama ben galiba biraz fazla olmuyor demişim. 2016’da  memleketle bağlantım başladıktan sonra her şeyi paylaşmak istedim. Fahri Tuna bana çok yardımcı oldu. Çünkü onun yazarlık mektebini takip ettim. Açıldım. Ve orada yaza yaza bu günlere geldim.

Bugün gündemimizde yeni kitabınız olsa da ilk kitabınızdan söz etmek istiyorum müsaadenizle. İlk sorumun cevabında biraz siz bahsettiniz ancak kitabınızın ithaf bölümünde vefa yüklü şu satırlar var; ‘Var oldukları yıllarda üstün yetenekleriyle dikkatleri üzerlerine çekmeyi başaran gurur duyduğum dedem İlya ile oğulları babam Kriton ve amcam Yorgo’ya, bugün hayatta olan tüm İlyadis ailesi fertlerine, bir de yüzyıldan fazla ailemin Adapazarı’ndaki öz geçmişine değer veren, bunu gündeme getiren değerli önder Fahri Tuna’ya ve eşliğinde tüm değerli Adapazarlı dostlarıma…’ Bu cümleler çok değerli. Başta Fahri Tuna olmak üzere Adapazarlılar olarak bizler bu satırları okuyunca duygulanmaktayız.

Kitabınıza dönecek olursak devamında kendinizi ‘Hicaz’da deniz suyundan içme suyu elde eden icadı ile Sultan 2. Abdülhamit’ten altın madalya alan Hacı İlya İlyadis’in torunuyum’ diyerek tanıtmaktasınız. Devamında sormak istiyorum; dedeniz de neden ‘Hacı’ deniliyor?

Osmanlı zamanında devlete hizmetlerinde faydalı olmuş Rumların isminin önüne ’Hacı’ unvanına er veriliyordu. Devlete sunduğu hizmetlerinde başarılı olan dedem su makinesini icat etti. Bir mucit olarak Hicaz’da su arıtma tesisi yaptı. Bu sebeple ona ‘Hacı İlya’ diye hitap ettiler.

Çok güzel, onur duyulası…

‘Kalbinizin sultanı İstanbul’a ve ‘şehrim’ dediğiniz Adapazarı’na dair ‘uzaktaki yakın tarihi’ bugün gibi canlı hatırladığınızı biliyoruz. Tabii düşünmeden de edemiyoruz. Kitaplarınızı yazarken hatırlamakta güçlük çektiğiniz şeyler oldu mu? Olduysa hatırlamak için danıştığınız, ‘böyle miydi’ diyerek teyit aldığınız, oldu mu? Nasıl hatırlayabildiniz her şeyi, böylesine canlı ve net olarak?

Ablamla birkaç detay konuştum. Bir de belki bir kaç okul arkadaşıma unuttuğum bazı olayları sordum ve onlar da bana hatırlattılar. Yani yazdıklarımın büyük bölümü aslında hatırladıklarımdan.

Peki, yanıldığınız oldu mu? Mesela; ‘yok öyle değildi, böyleydi, yanlış hatırlıyorsun’ denildi mi size?

Evet, bir konuda yanıldım. Onu da yanlış yazmışım. Mezuniyet balomuz lise sonda Park Otel’de değilmiş, ben orada olduğunu hatırlıyordum. Çünkü oraya bir baloya gitmiştim. Mezuniyet balomuz Tarabya’da Tarabya Oteli’nde olmuştu. Her iki otelde yıkıldı sonra. Sonra birisi yenilendi. Kızlar bana hatırlattılar. Dediler ki; ‘Bunu yanlış yazdın, orada olmamıştı.’ Ama ben oraya bir baloya gitmiştim. Resim de vardı o akşamdan. Galiba aynı yıldı. Karıştırdım. Çünkü baloda giydiğim elbise o yıl Zapyon’u bitirdiğim yılın elbisesiydi. O yanılttı beni.

Güçlü bir hafızanız varmış, bunun dışında hata ya da eksik çıkmamışsa…

Yok yok. Başka bir eksiklik yanlışlık yok. Bir tek otel ismi yanlış oldu.

  

Şimdi Türkiye’de iki kitabınız var. Bunların yanında bir de ‘Manevi Vasiyet‘ ismiyle Yunanistan’da Yunanca dilinde çıkan kitabınız var. O kitabın içeriği Türkiye’dekilerle bağlantılı mı? Ayrı bir içerik mi?

Benzeşen yanları olsa da farklı bir kitap o.

Ne bakımdan farklı?

O kitapta Anadolu yazıları var. Adapazarı kitabımda bulunan ‘Anadolu Yazıları’ bölümü Yunanistan’da Yunanca dilinde yayınlanan ‘Manevi Vasiyet’ kitabımda bulunmuyor. Manevi Vasiyet kitabımı Anadolu’dan uzakta başka bir ülkenin vatandaşı olarak yaşayan Rumlara – Türklere köklerini hatırlatmak için yazdım. Onların babalarının dedelerinin doğdukları toprakları akıllarına getirtmek, nereden geldiklerini araştırmalarını sağlamak için yazdım. Çünkü maalesef yıllar geçtikçe ve insan doğduğu memleketten uzakta kalınca lisanı da unutuyor. Doğduğu ülkeden ayrılıp yaşadığı ülkeye adapte oluyor. Oranın alışkanlıklarıyla yaşıyor ve belki de başka bir insana dönüşüyor. Bilhassa ikinci, üçüncü nesil çocuklar diyorlar; ‘Aaa benim de büyük babam Anadolu’da doğdu, İstanbul’da doğdu.’ ama o kadar. Yani fazlası yok. Bu üzücü. Kitabım onlara aile geçmişlerini araştırma hissi versin istiyorum.

Kitabınızda ‘Rumların hayatında iki dönem vardır’ diyorsunuz. Nedir bu iki dönem ile anlatmak istediğiniz?

Evet. Bir kısım İstanbul’da yaşadığı gitmeden önceki dönem bir de gittikten sonraki dönem. Bu iki dönem arasında bir köprü var ve bu köprü eğer hatırlanmazsa zamanla kayboluyor. Yani ilişki yok oluyor. O bakımdan bunu sıcak tutmak lazım. Ama maalesef öyle oluyor.

Siz nasıl sıcak tutuyorsunuz bu bağı? Mesela Türkiye’de olan biteni öğrenmek için Türk televizyonlarını takip ediyor musunuz? Radyolarını dinliyor musunuz?

Evet, elbette. Çanak anten var ede. Türk televizyonu seyrediyoruz. Böylece bir fikrim oluşuyor burayla ilgili. Bir de Fahri Tuna bana epey yazı yolluyor. Onun sayesinde kitap okuyorum. Bu arada birçok Türkçe kitabım doldu. Kütüphanem doluyor gün geçtikçe. Epey doldu.

Bir de; bizim derneklerimiz var. Toplanıyoruz. İstanbullular olarak etkinliklerimiz var. Şimdi en yakın zamanda İstanbullular Festivali vardı, geçen ay 20 Ekim’de. Gün boyu sürdü, Atina’nın merkezinde. Videolara kaydedildi. Karamanlıca yazısı hakkında konuşmalar oldu. Şarkılar söylendi. İstanbul şarkıları. İstanbul dansları. Karşılıklı danslar.

Siz belli bir yaşa kadar İstanbul kültürünü, yaşantısını öğrendiniz. Yunanistan’a gittiğiniz zaman benzeşen yönler dikkatinizi çekmiş miydi? Az önce bahsettiğiniz şarkılarda mesela ortak şarkılar, ezgiler var mıydı?

Zaten çoğu mübadil çocuklarıydı. Ortak şarkılar tabii var. Maniler var. Bunları kemençeyle olsun ud ile olsun hala icra ediliyor, söyleniyor. Yani bu akşam burada bir sanatçı arkadaşımız var, rebetiko sanatçısı. Onun da adı İvi. İvi Dermancı ve o ben hem ortaokul hem lise sınıf arkadaşıyız. İvi’ler sanatçı doğuyor galiba 🙂 O daha iyi bilir tabii ama ben biraz söz edeyim. Acılar ortak, mübadele gerçeği de bir yandan. Acılarını şarkılarla ifade ediyorlar. Özlemlerini de. Rebetikoları Amerika’daki blueslar gibi düşünün. Ona benzer anlayışta üretilir ve söylenirler. Bu nedenle kültürü taşırlar, her nereye giderseniz.

Yunanistan’a taşındığınızda benzerlikler ve farklılıklar tespit etmişsinizdir mutlaka. Bize biraz onlardan söz eder misiniz?   

Benzerlik konusunun iyi olan tarafı buradan giden akrabalarımızı görmemizdi. Arkadaşlarımı buldum. Bu güzeldi. Çünkü ben bizim aileden İstanbul’dan en son ayrılan kişiydim. Hepsi gitmişti. İlk zamanlar tabi güzeldi buluşmak falan. Sonra herkes kendi hayatına alıştı. Çocuklar okula gitti. Benzerlik var tabii. Bir defa aynı lisanı konuştuğun zaman pek fark hissetmiyorsun. Tabi alışkanlıklar var. Örneğin Pazartesi ve Çarşamba günleri öğleden sonraları dükkanlar tümüyle kapalı olurdu. Ve yine aynı günler telefonlar çalışmazdı Yunanistan’da. Dükkânlar kapanırdı. Herkes evinde dinlenirdi. Bir yere ne telefon açabilirsin ne de gidebilirsin. Hayat duruyordu. Hatta huduttan içeri girdiğimiz zaman arabayla yolda giderken çok dikkatimi çekmişti.  Evlerin panjurlar tamamıyla kapalıydı. Hiçbirinde hayat yoktu sanki. Sonraları gördüm ki özellikle yaz aylarında etrafta kimsecikler yok. Herkes 15.30’dan sonra dinlenmede.  Bu benim çok dikkatimi çekmişti. Biz alışkın değildik böyle bir duruma. Türkiye’de gün boyu çalışılırdı çünkü. Biz İstanbul’dayken saat 3.00’da 4.00’da çaya giderdik. Çay içmeye. Arkadaşlarımızla buluşurduk. Yunanistan’da ise aynı saatlerde herkes dinlenmede olurdu. Bir yere gidilemez. Bu büyük, çok büyük bir farktı. Gün boyu uzun dinlenme saatleri olunca akşam yemeği 21.00’de yeniliyordu. Hatta daha geç.  Gece 22.00’de restorana gitseniz yemeğe gelenler olduğunu görürdünüz. Hatta 23.00’te bile gelen olurdu akşam yemeğine. Beslenme  izim alıştığımız gibi üç değil iki öğündü Yunanistan’da. Bu hayat anlayışı başkaydı. Çünkü geç uyanınca; bizim ikindimiz onların öğleni oluyordu. Bir de biz daha çok çay içiyorduk. Sonra daha çok kahve içmeye alıştık tabii. Pazarları da dükkânlar tamamıyla kapalıydı. Bütün ufak dükkânlar hepsi kapalıydı. O zaman ihtiyacınızı önden görmüş olmanız lazım gelirdi.

Sözü torunlarınıza getirmek istiyorum. Bu yıl 16 Mart’ta Adapazarı’nda sizi misafir ettiğimiz zaman diliminde iki torununuz ve kızınız sizinle birlikteydi. Siz sahnede kitabınızı tanıtırken ve yöneltilen soruları cevaplarken çok şaşkın olduklarını gözlemlemiştim. Ve annelerine şunu söylediklerini duydum; ‘Bizim büyükannemiz çok ünlüymüş burada anne!’ 

Torunlarım 16 yaşına gelene kadar anneanneleri olarak ben ailemizden hiçbir zaman bahsetmedim. Bahsedemedim. Aslında bu benim hatam, herkesin önünde hatamı kabul ediyorum. Dede İlya’yı bilmiyorlardı. Dede Krito’nu az biliyorlardı. Aniden 12-13 yaşından sonra anneannelerinin geçmiş hayatını öğrendiler. Biraz geç oldu doğrusu. Buraya geldiler. Tabi Türkçe bilmiyorlar. Hâlbuki bizim ailede iki Türk gelin var. Onlarla birlikte olduğumuz zaman üç lisan konuşuyoruz. İngilizce, Rumca ve Türkçe. Tabi Türkçe bilmiyorlar torunlarım. Geldiler buraya. O kadar Türkçe dinlediler ki bir şey de anlamıyorlar. Bir bakıma sıkıldılar tabi. Konuşmalara dahil olamamak sıktı onları doğal olarak. Senin bu duyduğun, benim bu duyduğum duygulara ortak olamıyorlar. Şaşkındılar. Fakat ben 33 yıl uzakta kaldım. Şimdi aradaki mesafeyi kapatıyorum. Çok uğraştım. Uğraşıyorum ve kapatıyorum. Onlar da daha olgun bir yaşa geldiklerinde beni anlayacaklar. Zaten onlara arşiv topluyorum. İyi ki bu iki Türkçe kitabı da yazdım. İki torunumun da birer çantası var; arşiv çantası. Yarın öbür gün torunlarına, çocuklarına gösterecekleri. Paylaşsınlar daha doğrusu. Zor benim işim. Ama Türk dizileriyle Türkçeyi birçok kişinin öğrendiğine şahit oluyoruz. Kızım İlyana seyrediyor. O biraz anlıyor. Oğlum Alex daha iyi konuşuyor. Belki torunlarım da öğrenir bir gün.

Günümüzün konusu olan Uzaktaki Yakın Adapazarı kitabınıza gelelim biraz. Kitabınızın oluşum sürecinden konuşalım mı biraz? Ne için ve kimler için yazdınız kitabınızı?

Kitabımı çocuklarım ve torunlarım için yazdım. Türk Sineması için, onun tarihine katkı sunmak için yazdım. Türk okurlar için yazdım. Torunlarım için yazarken belki bir gün Türkçe öğrenirler diye düşündüm. Yunan arkadaşlarım var Türkçe öğrenen, belki de Türkçe öğrenince onlar okurlar diye yazdım.

Yunanistan’da yaşayan Rumlara Türkiye’de yaşamış bir Rum ailenin hayatını anlatmak için yazdım kitabımı. Ama daha çok burada yaşayanlar için yazdım. Adapazarlılara karşı bir görevim vardı. Yani yazmam lazımdı. Onlara dedemi tanıtmalıydım. Çünkü yazmak kalıcı. Konuşmak öyle değil. Türk sinemasındaki başarılarıyla amcam Yorgo ve babam Kriton’u tanıtmak istedim. Çünkü sadece isimleri biliniyordu. Haklarında hiçbir yazı yoktu. Ailesi olarak bizler biliyoruz, tanıyoruz ama o kadar, fazla bir şey yok. 66 yaşımın vermiş olduğu olgun düşüncenin ürünü olan kitabımı; Anadolulu ve Adapazarı’nı suya kavuşturan Sultan ll. Abdülhamit tarafından ödüllendirilen bir dedenin torunu, Türk sinemasında 10 tane sinema ödülü alan bir babanın kızı, ödüllü amcam Yorgo İlyadis’in yeğeni olmanın ağırlığını üzerimde hissederek yazdım. Sonra babamın sinema arşivini başka türlü de yazamazdım. Bilinmesi için yazdım. Bir de Adapazarlılar az çok dedemi biliyorlardı ama Kriton ile Yorgo’yu bilmiyorlardı. Zannederim ki yani memnunum ki bunu kitabımla anlatabildim, bildiklerimi paylaşabildim. Bir de bugün hayatta olan sinema sanatçıları var babamla çalışmış. Belki onlar okurlar diye düşündüm. Sinema için de bir bilgi kaynağı olsun istedim yazarken.

Babanızın sinemayla ilgili oluşu nedeniyle sizin hiç sinema sektöründe bulunma gibi bir düşünceniz oldu mu? Mutfakta veya kamera önünde?

Yok, olmadı. Zaten babamla sadece iki defa sinema setine gittim. Bir defasında Zeynep Değirmencioğlu’yla bir film çekiyorlardı, beni yanına almıştı. Bir de Yeşilköy Havaalanında Hülya Koçyiğit’le bir film çekiyorlardı. Ona gitmiştim. Bu sektörde olmayı da hiç aklımdan geçirmedim.

Ünlü olmayı elinin tersiyle itmiş biri var karşımda diye hissettim soruma verdiğiniz cevabı dinlerken 🙂

Şimdi size bir soru soracağım Bayan İvi. Bunu bir Adapazarlı olarak İstanbul’da bizzat tecrübe ettiğim için sormak istiyorum. Adapazarı’nda ‘nereye gidiyorsun’ diye sorulduğunda ‘adaya gidiyorum’ diye cevap verilir. Yani Adapazarı’nı ‘ada’ diye kısaltırlar. İstanbul’da ada demek Prens Adaları demek oluyor oysaki. Sizin aileniz içinde hiç ‘ ada’ dendiği oluyor muydu?

Yok, hayır ben hiç öyle dendiğini duymadım, Sakarya denildiğini duymadığım gibi.

Aaa evet, sıradaki sorum bu konudaydı Bayan İvi, sizin için Sakarya mı Adapazarı mı?

Sakarya benim için yabancı bir kelime,  sevmiyorum açıkçası, hoşuma gitmiyor. Çünkü (hatta inanır mısınız ki) az evvel dile getirdiğim gibi 33 yıl boyunca herhangi bir ilişkim yoktu Adapazarı’yla. Aradan geçen bu uzun sürede olan biten konusunda bilgi edinmek için internetten bilgilere bakmaya başladım. Gördüm ki sürekli Sakarya kelimesi karşıma çıkmakta. Kendi kendime diyorum ki ‘neden Adapazarı değil de Sakarya yazıyor?’. O esnada bilmiyordum ki Adapazarı’na Sakarya da denilirmiş. Sonra öğrendim. Fakat şunu söylemeliyim ki; bizim nesil hala Adapazarı diyor.

Bu gün Sakarya denildiğini konuşunca eski Adapazatı aklıma geliyor. O da değişmiş. Bu günün Adapazarı’nın Çark mevkii eskisinden oldukça farklı. Adapazarı’nda Millet Bahçesi çok güzel olmuş. Oldukça düzenli. Ama Çark Suyu kayboldu, yok artık. Benim 2016’da  Çark’ta güzel bir fotoğrafım var. Sakarya Gazetesinden Zeki Bey ve daha birçok kişinin yanımda olduğu bir fotoğraf. Güneşli bir günde ve çarkın suyu yanında. Dedemin yaptığı su arıtma çarkı artık yok. Yerine küçük sembolik bir çark yapılmış. Bu değerler bu gün kayboldu ama Avrupa’da ve hatta Yunanistan’da bile dedemin eseri bizim çark gibi çarklar var. Hala çalışıyorlar. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde olduğu gibi. Mesela Almanya’da var, kurulu ve çalışıyor. Orijinal haliyle hem de. İsviçre sınırına yakın bir yerde gittim orada da gördüm. O da çalışıyor. İmrendim doğrusu.

Aileniz İstanbul’a geldikten sonra Adapazarı’na seyahatleriniz olduğunu okuyoruz kitabınızdan. O seyahatlerinizin sebebi neydi?

Biz en az senede bir defa giderdik Adapazarı’na. Genellikle sonbaharda giderdik. Bilmiyorum niye ama sonbaharda giderdik. Bunu net olarak hatırlamamın sebebi meyveler. Elma ayva mevsiminde giderdik. Sapanca’nın orada bir köyden elma ve ayva alırdık. O civarda bir restoranda yemeğimizi yerdik. Yolculuk öncesinde, evvelki günden evde bir telaş bir telaş… Babam da çok evhamlıydı. Arabasını hazırlardı bu seyahat için. Bakımını yaptırır, lastikleri kontrol ettirirdi. Arabalı vapurla giderdik Anadolu yakasına doğru. Vapura gideceğimiz için saatleri takip ederdik. Her 15-20 dakikada arabalı vapur olurdu o tarihlerde. Sapanca’da yemeğimizi yedikten sonra sessizleşirdik. Sonra Adapazarı’na yani çarka ulaştığımızda çarkın önüne park ederdik arabamızı. Merakla yürürdük çarka doğru. Sağ tarafından içine girerdik. Ne acıdır ki her ziyaretimizde daha yıpranmış bulurduk onu. Her seferinde biraz daha kötü biraz daha düşmüş ve bakımsız. Üzülürdük tabii. Büyüklerimiz her yanını kontrol ederlerdi ve kendi kendilerine ‘burası tamam, burası eksilmiş, burada parça yok’ gibi cümlelerle dedemin eserinin kontrolünü yaparlardı.  Sanki nasıl bir büyüğünüzün mezarını ziyaret edersiniz öyle bir hisle giderdik çarkı ziyarete. Sonra çarkın karşısında bir çayhanede otururduk, çayımızı içerdik. Sonra yine çarka bakar, bakar ve dönerdik geri. 1971’de gittiğimizde hatırlıyorum artık çarkın damının yarısı yoktu. Babam bunu görünce çarkın eski güzel ve itinayla korunduğu günlerden söz eder bize. Eskiden bir bekçi varmış çarktan sorumlu. Kapısı kilitliymiş. Kapısı kapalı olduğu için daha korunaklıymış. Ve babam görmeye gittiğinde kilitli kapı açılarak çarkın içine girermiş. Bu zamanlara ait fotoğraflar var. Yıl 1950’ler. Tabii çarkın makinaları o zamanlar çalışıyordu.

Bir de rahmetli dedenizin vasiyetine ait bilgiler var kitabınızda. Ailenizin Adapazarı seyahatlerinin bu vasiyetle ilgisini konuklarımıza da aktarabilirmisiniz?

Evet var. 1920’den sonra İstanbul’a yerleştiğinde herhalde üzülmüştü dedem. Yani kolay değildi bütün varını yoğunu geride bırakıp, alıştığın ortamdan ayrılıp İstanbul’da yeni bir hayata başlamak. Yaşı da ilerlemişti tabi. Ama buna rağmen çocuklarına Adapazarı’ndaki eserini, çarkı unutmamalarını söylerdi hep. İstanbul’da yaşadıkları sürece onu ziyaret etmelerini ve bu çarkın onun için çok önemli olduğunu söylerdi. vasiyetiydi. ‘Mümkün olduğunca bağınızı kesmeyin Adapazarı’yla gidip orayı ziyaret edin’ derdi.

Siz Yunanistan’a gidene kadar her yıl ziyaret ettiniz mi çarkı?

Evet. Sadece bir ara (ki çocuklarım çok ufaktı) 5-6 sene kadar gidememiştim. En son 1983’te gittiğimde çocuklarımı aldım götürdüm. Tanıştırayım dedeleriyle ve onun eseriyle istedim. O gün kaynar sular döküldü başıma. Sadece üç parça vardı çarktan. O halini fotoğrafları var zaten. Ve dedim ki kendi kendime; ‘Artık Anadolu köklerin de yok oldu İvi, sen de yok olsan buradan ne olur ki!’

Kitaplarınız hakkında nasıl geri bildirimler alıyorsunuz? Ailenizden, komşularınızdan, akrabalarınızdan… Bizlere aktardığınız bu geçmiş çok kıymetli; Adapazarı’nın kent tarihi için gerçekten önemli sizin aile tarihiniz için de öyle.

Yazı tarzımı beğeniyorlar çünkü samimi yazıyorum. Yunanca kitabım da öyle, o da samimi bir üslupta. Bu kitap çok beğenildi ve zannederim Rumca Türkçesiyle yazılı olduğu için kolay okunuyor. Kitaplarımı elinize aldığınızda 3 saatte bitirebilirsiniz. Çünkü içinde görseller de var. Olumlu geri bildirimler alıyorum bu sebeplerden dolayı.

Bu noktaya bir katkı sunmak isterim; kitabınızdaki bölüm başlıkları dikkat çekici olmuş. Yani kitabı incelerken bir sorunun cevabı olabilecek içeriği başlığa dönüştürmüşünüz. Ne okuyacağımızı neyi bulacağımızı anlıyoruz başlıklardan. Bunun etkisiyle de eseriniz derli toplu bir içerikte olmuş. 

Evet, doğru. Yalnız iki kitabımı da okuyanlar görecekler ki biraz fark var aralarında. Çünkü her iki kitabı da başka psikolojiyle yazdım. Bunun sebebi; anlattığım konu ve hadiselerin geçtiği zamanlardaki yaşımla ve ruh halimle uyumlu yazmaya gayret etmemdir.

Gelecekteki projelerinizden duymak isteriz sizden. Var mı?

Dördüncü kitabım olacak umudundayım. Fahri’yi Tuna’ya yolladığım yazılarım var. Uzaktaki Yakın İstanbul kitabımın içeriğine benzeyen yazılar. Bu yazıların bir bölümü İstanbul-Arnavutköy hakkında. Arnavutköy çilekleri vardı bir zamanlar. Onların hikâyesini anlattım. İstanbul boğazı hakkında yazdım; lezzet sohbetleri var yemek üzerine. Yemeğin sanatla nasıl birleştiğini yazdım. Dönünce bu seyahatimi de yazacağım. Şimdi şunu söylemem kazım ki (arkadaşlarım da burada onlar şahitler) ben kompozisyonda hiç iyi bir talebe değildim. En korktuğum dersti; hem Rumca hem Türkçe kompozisyon dersi. Yanımdaki sırada iki kız arkadaşım oturuyordu, ikisi de çok iyi talebeydi, ikisi de çok güzel kompozisyon yazardı. Hem Türkçe’de hem Rumca’da. Onlara bakar ve nerden söze girip ne yazacağımı düşünür dururdum. Onlar sayfanın ortasına gelmiş sonuna doğru kayıyor olurlardı. İmrenirdim onlara baktıkça. Hatta onlardan biri olan Niki Stavridis bugün yazar ve editör. Mesleği o günlerden belliydi bana göre. Sıra arkadaşım Cornelia da benim gibiydi. Altı yıl aynı sırada oturduk. Kompozisyon dersinde o bana bakardı ben ona bakardım, ne yapacağız diyen gözlerle. Zil çalmadan on beş dakika evvel zorla bir şeyler yazardım. Hem Rumca’sı hem Türkçe’si yazmak mecburi olan bu dersi hiç sevmiyordum. Şimdi nasıl yazmaya başladım ve kitap yazdım hiç aklım almıyor. Galiba başımda yazmamı bekleyen bir öğretmen baskısının olmayışı büyük etken. Ben kendim yazıyorum, baskı yok, içimden gelerek yazıyorum. Galiba ondan. Bir de ben yazmak için bir mesuliyet hissetim. 2018’de SATSO-Sakarya Ticaret Odası Başkanı A. Akgün Altuğ Bey’i ziyaret etmiştik Fahri Tuna’yla birlikte. Orada sohbet esnasında bir ara ‘anılarınızı yazsanız ne güzel olur’ denildi. Hatta ‘Rumca yazın biz tercüme ettiririz’ dediler. Ben o anda bakakaldım ve ‘ben yazar değilim ki’ dedim ‘nasıl yazacağım’. O an o konuşma benim içime işledi ve sanki bir mesuliyet aldım. Sonra ‘Saraylı Ayna’ anılarımı yazdım. Onlar benim acemi yazılarımdır ama çok içten ve samimidirler. Her ay bir yazı olmak üzere 12 yazı yazdım. Bu istek sürdükçe yazmaya deva edeceğim.

Adapazarı’ndan İstanbul’a geldiğinizde ikamet ettiğiniz sokak oldukça özel. Oldukça renkli ve tanınmış kişilerle komşu olmuşsunuz. Bize biraz bu sokaktan söz etseniz Bayan İvi.

Evet, bizim sokağımız sizin de dediğiniz gibi özeldi. Saygın komşularımız vardı Örneğin bu gün aramızda Eser Çelebiler ve Metin Tayar bulunuyor. İkisi de Tanca Kunduralarının kurucusu Semih Tanca’nın torunları oluyorlar. Tanca Kunduraları’nın kurucusu Semih Tanca’dır, Kemal Tanca değildir. Ona sonradan satıldı. Semih Tanca’nın torunları bizim yan komşularımızdı. Dedeleri Semih Bey de beşinci katta oturuyordu. Bu gün torunlarıyla iletişimimiz hala sürüyor.

19.yüzyılda bizim sokakta yaşamış asker, general, vali, diplomat, sinemacı, bürokrat, senatör, politikacı. Yani ne derler; yok yoktu. Politikada bunmuş beş sultana hizmet etmiş Sadrazam Namık Paşa oturuyordu örneğin sokağımızda. Devleti sıkıntılı siyasi olaylardan kurtarmasıyla tanınan, zor durumlara çözüm bulan müthiş bir bürokrattı Namık Paşa. Çok kültürlüydü. Bizim karşımızdaki sakaktan itibaren Kabataş sırtlarına kadar büyük arazileri ve bu arazinin içinde konağı vardı. Eser Çelebiler, Namık Paşa’ nın oğlu Hacı Ali Beyin torunu olan filozof Ahmet Çelebiler ile evli. Ahmet Bey, karşı tarafında (hala bulunan) Hacı Ali Bey’in konağında doğmuş. Bahçelerinde meyve ağaçları vardı. Konağın üç kapısı vardı. Bunları kitabımda yazdım, okuyacaksınız. Ayrıca Zeliha Hanım’ın köşkü vardı. O köşk İzmirli Uşaklıgil ailesine satıldı. Muammer Uşaklıgil vefat edince Atatürk’ün eşi Latife Hanım o köşkte yıllarca yaşadı. Adile Naşit bitişiğimizdeki apartmanın giriş katında otururdu. O apartman Tanca’lara aitti. Hasta oğlu Ahmet ile birlikte yaşardı. Onunla pencereden konuşurduk, bazen amcamın bahçesine gelirdi. Yeşilçam’dan birkaç kişi daha vardı sokağımızda. Ertem Eğilmez Park Otel’in yan sokağındaki bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Behiye Aksoy vardı Feyyaz Kasabın olduğu Cami Sokağı’nda. Gülriz Sururi oturuyordu. Eczacıbaşı’nın basketbolcusu Violet ardı. Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Simaviler vardı karşımızdaki Taşkent Apartmanı’nda. Kazım Taşkent, Şevket Rado ve Kasım Gülek de aynı apartmanda otururdu. Keman sanatçısı Ayla Erduran vardı. Ahh bir de Cennet Bahçesi vardı, ne güzeldi Cennet Bahçesi. 1971’de yahut 1972’de satıldı bir bankaya ve sonra kapandı. Cennet Bahçesi’ne gitmemize ailemiz izin vermiyordu çünkü hep çiftler gidiyordu oraya. O mekân bir Ruam aitti, Konstantinidis Ailesi’ne aitti. O ailenin gelini hala Atina’da yaşıyor.

Evet, çok renkli isimlerden bahsettik. İki ülke iki şehir… Gurur duyulası dede, baba ve amca. Artık etkinliğimizin ikinci bölümüne yani katılımcılarımızın konuklarımızın size yöneltecekleri sorulara geçeceğiz. Ve ben size son sorumu şöyle soracağım. Web sayfam Bir Balkan Esintisi için röportaj yaptığım kişilere de yönelttiğim bir soru bu. Hatta film yönetmeni ve yapımcı Ahmet Küçükkayalı da bu akşam burada bizlerle. Web sitem için kendisiyle yaptığım röportajda ona da yöneltmiştim, hatırlayacaktır mutlaka; hayatınız bir film olsa Bayan İvi, soundtrack’inde hangi şarkının olmasını isterdiniz?

Zor soru ama şöyle cevap verebilirim buna;  Zeki Müren’in bir şarkısını beğeniyorum ki biraz vals müziği var onda. Adı; ‘Beklenen Şarkı’. O olsun isterdim.

Aniden yöneltilen ve zor dediğiniz bir soruya böyle kısa ve net cevap verdiğiniz için teşekkür ederim Bayan İvi. Ve konuklarımıza dönüyorum müsaadenizle. Öncelikle konuklarımıza tekrar teşekkür ederim bu akşamlarını bizimle paylaştıkları için. Değerli konuklarımız içinde Bayan İvi’ye soru yöneltmek isteyen varsa duymak isteriz.

Yorgo Uzunoğlu: Aydın Apartmanda biz birlikte oturmuştuk sizinle, yıllarca. Kaç senelerinde orada oturmuştunuz Bayan İvi?

İvi İlyadis: 1980’de geldik 83’e kadar kaldık. Babamın vefatından sonra ailece geldik, siz bizim üst katımızda oturuyordunuz. O vakitler annem Atina’ya yerleşmişti. Oğlum Zapyon Okul’un yuvasına gidiyordu. Siz oğlumla futbol oynardınız. Oğlum Aleks burada yuvaya ve iki yıl ilkokula gitti.

Burçak Evren: Hem Adapazarlıyım hem Selanikliyim. İvi İlyadis’in babasıyla ilgili bir belgesel yapamadık. Yardımcısı Aytekin Çakmakçı Bey de vefat etti. Bu üzücü bir husus bana göre. Babanızın yaşam öyküsü beni çok ilgilendirmişti-etkilemişti, siz de biliyorsunuz İvi Hanım. Yine bildiğiniz gibi sinemada tüm festivallerin kitaplarını ben yapıyorum. Yani bütün biyografiler var bende. Yalnız babanızınki eksik kaldı. Babanızla ilgili bütün anılar var elimde. Bütün fotoğraflar var fakat kök bilgileri yok. Mesela babanızın hiçbir yazısında Adapazarı’ndan bahsedilmiyor. Bunun sebebi nedir?

İvi İlyadis: Ali Gevgeli’nin bir yazısında var aslında. Adapazarı su çarkıyla ilgisi yer alıyor. Sinema sözlüğünde var bir de. Evet, var aslında ama gerektiği kadar geniş bilgi içermiyor. Bu konuda şu var ki amcam Yorgo’nun 1937’de çekimini yaptığı Ege Birinci Ordu Manevraları hatırası madalyonu var. Amerika’da yaşayan oğlundan olma torununun elindeydi fotoğrafı. Bana verdi ve bu kitabımda yayınladım.

Burçak Evren: Bir şey merak ediyorum; her sene Adapazarı’ndaki çarka gittiğinizde çarkın harabe olduğunu görüldüğünüzde üzüldüğünüzü söylediniz. Babanız büyük imkânlara sahipti. Sözünü ettiğim bu imlanlar parasal değil; elinde kamera vardı hem de en gelişmiş kameralardan. Yeşilçam’da çok sayıda filmde çalıştı. Adapazarı’nda filmler çekti. Bütün bunlara rağmen babanız neden çarkın bir belgeselini yapmadı? 50’li yıllardaki çarkı biliyorum, babam götürürdü bizi çarka. Ben de bir Adapazarlıyım çünkü. Çok popüler bir merkezdi; bir bakıma zamanın Maksim Gazinosu gibi Taksim Gazinosu gibi bir yerdi Adapazarı için. Babanız bütün imkânlara sahipti; elinde film vardı kamera vardı, yıllara dayanan tecrübesi vardı. Eğer babanız onun kısa bir belgeselini yapsaydı, uzun değil şöyle 3 dakikalık kısa bir belgesel. Ve vizyona giren tüm filmlerin başına ekleseydi bütün Türkiye o kısa filmi izlerdi ve bizlere de bir belge kalmış olurdu çarka dair. Hürrem Erman Bey’e söyleseydi, Nazım Bey’e söyleseydi onu kırmazlardı. Bu çark Türkiye’deki her sinemada her yerde gösterilirdi ve elimizde bir belge olurdu ona ait. Belki bu güne de korunarak gelirdi. Babanız Hürrem Erman ile birlikte Adapazarı’nda çalıştılar. Adapazarı’ndaki çark alanına girip film çekelerken bir iki sekans çarkın görüntüsü alınmış olsaydı keşke. 55-60’lara kadar çark dediğim gibi tek mesire yeriydi. Adapazarlıların her gün her akşam gittikleri bir merkezdi. Hürrem Bey Adapazarı’nda bir şey istediği vakit olmama şandı yoktu. Size küçük bir anekdot anlatayım; Halit Refi Yorgun Savaşçı’yı çekerken Celal Bayar ile (yani eski Cumhurbaşkanı ile) konuşuyor diyor ki ‘Devlet baleyi yaptı, tiyatroyu yaptı, müziği yaptı. Her şeyi yaptı sinemaya niye el atmadı?’  Celal Bayar cevap veriyor, diyor ki; ‘Biz sinemayı Selaniklere bıraktık.’ İpekçi kardeşler ve Erman Bey hep Selanik takımı. Yani istese kolaylıkla olurdu demek istediğim.

İvi İlyadis: Çok haklısınız. Yapılabilirdi. En azından Adapazarı’nda çekilen filmlerden birinde birkaç görüntü alınsaydı çarktan çok iyi olurdu. Elimizde çarkın o tarihlerdeki haline ait belge kalırdı. Fakat babam 60’lı yıllarda yapımcı olarak film denemesi yaptı ve başarısız oldu. Depoda yangın çıktı. O etkili olmuş olabilir bu hususta.

Necla Dursun: Az evvel de bahsettiğim gibi sinema sektöründen Ahmet Küçükkayalı aramızda. Karadağ’da yaşayan ve orada firması olup mesleğini icra eden tek Türk sinemacı. Ahmet Bey’i özellikle davet ettim bu akşam için, mutlaka gelsin istedim. Geldi sağ olsun. Kendisi ve ekibi 10 bölümlük bir belgesel için çalışmalarını sürdürüyor şu sıra. Ahmet Bey bize biraz projenizden söz eder misiniz? Ve de bu akşam için duygu ve düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Ahmet Küçükkayalı: Karadağ’da batan bir geminin batık hikâyesinin konu oluyor üzerine belgeselimiz. 110 yıl önce Abdülhamit döneminde Prens Nikola’ya hediye edilen bir gemi. 110 yıl önce batmış Binci Dünya Savaşı’nda Avusturya Macar donanması tarafından batırılmış Adriyatik’te batık durumda. Onun tarihi hikâyesini konu olan bir belgesel yapıyoruz. Böyle bir sürecin içindeyiz. Kültür Bakanı’ndan destek aldık Türkiye’de. Karadağ’dan da geçen hafta Kültür Bakanı’ndan destek aldık. Bir yandan da Türkiye’de bazı belgeseller yapmak çabası içerisinde ilerliyoruz. Türkiye’de ise belgeselimiz; Seyyah Berber. Bir berberimiz var 6 yıldır köy kasaba gezen biri. Tasını tarağına alıp motosikletine atlayıp farklı illerde köylerde insanları tıraş ederken onların hikâyelerini dinliyor berberimiz. Biz de onu anlatıyoruz. Bölümü 25-30 dakikalık süreyle belgeseline dönüşecek. Biz onun hikâyesini ekrana taşıyacağız kısmetse. TRT belgeselde yeni sezonda Ocak-Şubat gibi çıkmaya başlayacak. Rotamızı mevsimsel şartlar belirleyecek bu belgeselde. Bu kış çekimlerini yapacağız. Bu akşam buraya gelmekten mutluluk duydum. Hatta belgesel için rotamızı Adapazarı’nda kayda alalım mı diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Bu bakımdan beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Ve ben de iyi ki gelmişim. Bayan İvi’yi aile mirasına ait yazılar yazdığı için tebrik ederim.

Fahri Tuna: Türk tarihinde en gurur duyulan şeylerden birisi Osmanlı döneminin sonlarında Hicaz’da bir icatla deniz suyunu içme suyuna çevirip oradaki insanları içme suyuna kavuşturmaktır. Bununla hep övünmüşüzdür. Her milletin kendine has övündüğü konular vardır ya bu onlardan biri işte. O icadı yapan İlya Usta’ya yani İvi Hanım’ın dedesine Abdülhamid sanayi madalyası vermiştir. Tevazuundan olsa gerek İvi Hanım söylemedi; mucit İlya Usta Osmanlı’nın çok önem verdiği sanayicilerdendi. Bu doğrultuda işler büyüyünce birçok şehirde içme suyu ihtiyacını ona yaptırdı devlet. Ve İlya Usta iyi kazanç elde etti. Alçak gönüllü ve matematik zekâ sahibi ustanın eli de çok açıktı. Adapazarı’nda kendi imkânlarıyla inşa ettiği çarkı bağışladı. Bu günün ederiyle 1 milyon dolarlık bir bağıştır bu. Sermaye artınca ve işler büyüyünce ailelinin yolculuğu payitahta yöneldi. Bunun bir sebebi de İstanbul’da Eminönü Hali’ne ortak olmasıydı İlya Usta’nın. Ayaspaşa’daki konağı Semih Tanca’nın annesi Vecihe Hanım’dan satın aldı aile. Sonrasında mübadelede Yunanistan’a gidebilecekken İstanbul’da 1909’a aldığı o evi nedeniyle kalma hakkı elde ettiler ve kalmayı tercih ederek hayatlarına devam ettiler.

Necla Dursun: Bu noktada bir katkı sunmak isterim değerli Fahri Tuna’nın verdiği bilgilere. ‘1 milyon dolarlık bir yatırımı kente hibe etmiş, bağışlamış’ dedi Fahri Tuna az önce. O rakam lafın gelişi söylenmiş bir tutar değildi. İvi İlyadis’in ilk kitabının tanıtımı için 16 Mart 2024’de Adapazarı’nda gerçekleşen etkinlikte Adapazarı Ticaret ve Sanayi Odası adına etkinliğe katılım sağlayanlar konunun araştırılarak belgelerdeki rakamları günümüz döviz kurundan çevirdiklerini, yapılan maliyet hesabının 1 milyon dolar gibi bir rakama tekabül ettiğini söyledi. Fahri Tuna’nın konuşmasına bu minik fakat gerekli katkıyı sunduktan sonra gelelim Fahri Tuna’nın hayatınızdaki yerine Bayan İvi. Neler söylersiniz bu konuda?

İvi İlyadis: 2016’da Fahri Bey’in bir yazısını okumuştum Sakarya Gazetesinde. Çarktan bahsediyordu. Hangi belediye başkanının zamanında yapıldığını yazıyor ama kimin inşa ettiğini yazmıyordu. Çark hakkında bilgi vermek istediğimi gazetedeki mail adresine yazdım. Çok çabuk cevap verdi bana. Cevabında kim olduğumu soruyordu. ‘Bu bilgiler bizim için çok önemli’ diyordu. Ben senelerce hiç Türkçe konuşmamış, hiç kitap okumamıştım. O maili yazana kadar saatler harcadım. Bir taraftan da düşündüm cevap gelirse ona da yanıt yazmam gerekecek diye.  Yapabilecek miyim diye aklımda onun hazırlığına da başlamıştım. Sonra mektuplaşmamızı Adapazarlılarla gazete aracılığıyla paylaştı. Ve beni Adapazarı’na davet ettiler. Çok güzel bir karşılama oldu. Birçok yeri ve kişiyi ziyaret ettik. Harika bir dört gün geçirdik. Fahri Bey ve eşi Gülseren Hanım’la kardeş gibi olduk. Sonrasında iletişimimiz artarak devam etti ve üstelik kızıyla da tanıştım. Onunla anne kız gibi olduk diyebilirim, çok seviyorum Ayşenur’u. O benim ‘Ay nurlum’. Onun yüzündeki o parıltı benim gönlüme işledi. Ailece değerli insanlar. Sadece bu aileye değil bana yakınlık gösteren bütün Adapazarlıları güzel bir aile olarak görüyorum. Ki bugün ben Adapazarı’na gittiğim zaman belki İstanbul’dan da daha yakın hissediyorum kendimi çünkü orada daha çok kişi var iletişimde olduğum. Aile köklerimle ilgili yazdığım kitaplar okundukça beni daha iyi tanıyorlar. Tabi bu İstanbul’da da çok kıymetli arkadaşlarım var. Onları bu bahisten ayrı tutuyorum. O sevdiklerim ve beni sevenler bu akşam buradalar, yanımdalar. Eser var, Metin var, Aliye var. Hülya, Viki, Tasula burada, çok mutluyum bunun için.

Necla Dursun: Size sevdiğiniz ve sevildiğiniz ortamlarda daima bulunmanız dileğinde bulunarak Fahri Bey’le alakalı bir soru daha yönelteceğim Bayan İvi; siz Fahri Tuna’nın yazı mekteplerine çevrimiçi katıldığınızı biliyorum. Bu mektepler sizin yazınsal hayatınıza nasıl etki etti?

İvi İlyadis: Fahri Bey’e devamlı yazı yolluyordum. Bir süre sonra dedi ki ‘Eğer yazmak istiyorsan kendini biraz geliştirmen lazım’. Haklıydı. Ben 66 yaşındaydım ve yıllarca konuşmadığım bir dilde yazmaya gayret ediyordum. 2021 de her Salı akşamı Atina’dan Zoom’la derslere katıldım. Hem Türkiye’den hem başka ülkelerden katılan öğrencilerin olduğu bir programdı. Hatırlıyorsunuz değil mi Fahri Bey benim katıldığım dönemi?

Fahri Tuna: Elbette. Hatırlamaz mıyım? Ben prensip olarak yurt dışında yaşayan ve Türkçe eğitim alan hiç kimseden ücret kabul etmiyorum. İvi de bunlardan biri ve bunu duyunca buna çok kızdı. Cömert ve ödüllü bir sanayicinin torunu olarak ödeme yaparak gelmek istedi, ben kabul etmedim. Tahmin edeceğiniz üzere böyle bir tatlı çekişmemiz oldu bu konuda.  Sonra yine her zamanki cömertliğiyle başka bir sıkıntıyı çözdü kendisi. Öğrencilerin içinden ekonomik sıkıntı içinde olanlar vardı. Atanamayan öğretmenler vardı, yetimler vardı. Onlarını ödemesini yapmış. Ben de bunu başkasından öğrendim.

İvi İlyadis: Zoom’dan aldığım bu dersler esnasında yazdığım yazılara yeniden baktım,  başka bir gözle baktım. Eğitimli gözle düzelttim ve yeniden yolladım Fahri Bey’e. Zevkle yaptım bunu. Hiç üşenmeden. Sonra dedim ki ‘Hadi çıkartalım artık bu kitabı’. Kitabımı gençlere vakfettim. Kitabımı ben yayınladım, buna karşın tüm gelirini Türk okullarına Türk gençlerine vakfettim, kültür faaliyetlerine harcansın diye. Ben paylaşmayı seven biriyim. Bu konuda da aynı tutumu sergiledim.

Fahri Tuna: İnsanlar ikiye ayrılıyorlar; fakirler ve zenginler. İvi Hanım çok zengin çünkü gönlü zengin. Birçok hanı, hamamı, apartmanı, milyon doları olup da beş kuruş kimseye bir faydası olmayan o kadar fakirler var ki çevremizde. Kendisine teşekkür ederken tebrik de ediyorum.

Necla Dursun’un Kapanış Konuşması: Bu güzel sohbet için bu gün burada olan herkse çok teşekkür ederiz. Anadolu Ajansından Ömer Mirza Bey var aramızda. Ayrıca bu akşam programımız başlamadan önce TRT2 buradaydı. İvi Hanım’la röportaj yaptılar. Kısa süre sonra izleyeceğiz aldıkları kaydı. (Nitekim söz konusu kayıt 25 Kasım 2024’de TRT2 de yayınlandı) İmza saatine geçebiliriz diye düşünüyorum, ne dersiniz? Kitaplarımız burada. İvi İlyadis ’de ikinci kitabı geçen hafta matbaadan geldi. Şu anda da masamızda bulunuyor. Sahiplerinin adına imzalanmak üzere bekliyor her biri. Son olarak İvi İlyadis’in ikinci kitabının tanıtımının bizden sonraki bölümü hakkında bilgi vermek isterim. Yarın başlayacak bir söyleşi programı var kendisinin. Adapazarı’nda altı yerde söyleşi ve imza günü olacak. Birlikte olmayı sevdiği genç kitleye ulaşacak böylece. Adapazarı’ndaki resmi kurumlar yanında liselerde bulunacak kendisi. Bunlardan en geniş çaplı olanı Adapazarı’nın ilçesi Karasu’da yine öğrencilerle, yazarlarla ve okuma grubuyla bir araya gelecek olmasıdır. Sakarya Ticaret ve Sanayi Odasında imza saati olacak. Tüm etkinlikleri TYB- Türkiye Yazarlar Birliği’nin sosyal medya hesaplarından takip etmek mümkün olacak. Katılımınız için tekrar teşekkür ederiz.

Bizden Haberdar Olun!

Benzer Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed